Demirci Kawa tanrısal Dehaq tahtında / Elinde balyoz / İner kalkar beyin sürülen yaralı başa / Medya'dan yükselen havarlar adına / Babil'de çekilen ahlar adına / Bir daha-bir daha / İskit gözünden süzülen yaşlar adına / Elam kilerinden çalınan aşlar adına / Beyinleri çıkarılan gencecik başlar adına / Bir daha-bir daha
Bir ateş yükseldi gökyüzüne Ninowa'dan / Zulmün karanlıklarını yırtan bir ateş / Yükselen yalımlarla dillendi özgürlük / Ceylanlar indi yeniden nehir kıyılarına / Turaç sesleri yükseldi sazlıklardan / Ateşin çevresinde halaylar kuruldu / Sevinçler süzüldü geçmiş havarlardan / O büyük günün adına "Newroz" denildi.
Adnan Yücel, Güneşin ve Ateşin Çocukları
Günlerden 21 Mart ve iki bin yıl boyunca Kürtlerde kuşaktan kuşağa devredilecek efsane harlanan ateşin aydınlığıyla Ortadoğu halklarını ısıtmaya devam ediyor. Demirci Kawa'nın Kürtlere armağan ettiği ateş bazen Botan'da Mem ile Zin'in yüreğine aşk olarak düşerken bazen Nusaybin'de polis panzerinin ezdiği bir çocuğun anasının yüreğini yakan büyük bir acı olarak düşüyordu. Aşk ya da acı; katliam ya da isyan; ölüm ya da yaşam hangisi Kürde yazgı olarak yazılmışsa bu yazgıya inat Kürtlerin ortak bir paydada bir araya geldikleri "özel bir gün"dür. Özel günler ezilen kitleler nezdinde hep başka anlamlar ifade etmiştir. Hele hele Ortadoğu ve Türkiye coğrafyasında. Çatışmaların hiç eksik olmadığı, çelişkilerin kördüğüme dönüştüğü bu kadim topraklarda ezilenlerin kendi ezilmişliklerini açığa çıkaracak ve bunu topluma mal ederek örgütleyecek özel günleri yaratabilmişlerdir.
Kürtler son isyanlarına durduklarında ise Newroz bambaşka bir anlama bürünüyordu. Dirilişin ve direnişin adı olarak yeniden geçiyordu kayıtlara. Ninowa'lı efsane artık geceden yuvarladığı tekerleğin ellerinde bıraktığı lastik izini temizlemek için üzerine süren Cizreli bir çocuk, özel timlerin dipçiklerine karşı direnen Nusaybinli bir dede, Muş ovasında ilk kibriti çakan çatal yürek bir ciwan, Diyarbakır surlarında Rahşan, gırasfistanlarının ışıltılarıyla ateşin etrafında dans eden Yüksekovalı bir kadındır. Mistik bir ayindir. Bir slogandır. Bir ezgidir. Erbane sesine tutturulan bir ritimdir. Biraz da bahardır. Ve en çok da çocukların tarihten çaldığı ateştir.
Efsaneden gerçeğe
Egemenlerin, halkların yarattığı özel günlerin içeriğini boşaltma konusunda ne kadar mahir oldukları hepimizin malumu. Sadece içeriğini boşaltmakla kalmayıp aynı zamanda bu günleri metalaştırma konusunda da takdire şayan bir ustalıkla hareket ettikleri de belirtebiliriz. Ancak 21 Mart bu konuda istisnai bir özellik taşıyor.sistemin bütün içerik boşaltma operasyonlarına karşı Kürt halkının diriliş ve direniş bayramı olma özelliğini ve önemini koruyor. Newroz sadece Kürtlerin bayramı değil elbette. Başka halklar açısından ifade ettiği özel anlama da büyük bir saygı duyuyorum. Ama 21 Mart Newroz'u politikleştiren ve ona ideolojik bir doğrultu verip kitleselleştiren asıl olgunun Kürt Özgürlük Hareketi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Bunun için biraz 90'lı yıllara dönmek ve o günlerin koşullarını irdelemekte fayda var.
90'lı yılları karakterize eden en önemli hareketlerden biri Kürt Özgürlük Hareketidir. Özellikle bu dönemde 1990 tarihen ayırt edilebilir bir yıl olma özelliğini taşıyordu. Gerilla mücadelesinin kitleler nazarında kabul gördüğü ve kabulden öte silahlı mücadelenin içselleştirilerek halkın "serihıldanlar" diye adlandırılan kitlesel gösterilerle geri dönüş verdiği bir yıl oldu. Silahlı çatışmaların arttığı, Kürt gençlerinin yüzünü dağa döndüğü, cenazelerin topluca geldiği, ülkenin bir savaş aralığına girdiği, birlikte yaşamaktan çok Kürt halkının imgeleminde bağımsız bir devletin yer tuttuğu travmatik bir dönemden söz ediyoruz. Newroz'un politik içeriğinin güçlendirilip görünür kılındığı yılların bu döneme denk gelmesi tesadüf değil elbette.
Kürt coğrafyasında durumun özetinin özeti bu iken Türkiye'nin diğer yakasındaki durumu da çok özet bir halde irdelemekte fayda var. 90'lı yıllar sadece Kürtler açısından değil aynı zamanda tüm dünya halkları açısından da ayırt edilebilir bir dönemdir. Neoliberal dalganın azgın saldırılarının kendini her alanda hissettirdiği önemli bir dönemeç olan 90'lı yıllar Türkiye için umut taşıyan ama hüsrana dönüşen pratiklerin de gerçekleştiği yıllardır. Türkiye işçi sınıfının 89 bahar eylemleriyle kendiliğinden başlayan ve büyük direnişlere sahne olan Zonguldak maden işçilerinin yürüyüşüyle süren, Paşabahçe işgali ve diğer direnişlerde gösterdiği mücadele potansiyelini, bağımsız bir işçi hareketi ve önderliğine dönüştürecek dinamiği yaratamaması işçi sınıfının çöküşünü hızlandırdı.
Sonuç olarak Kürt özgürlük hareketinin en yakın müttefiki olabilecek Türkiye işçi sınıfının geri çekilişi, gerici ve şoven anlayışların sendika yönetimlerini ele geçirişi, Kürt sorunu ve Kürt emekçilerine yönelik düşmanca tutumun sendika içindeki ilerici unsurları pasifize etmesi, ilerici bir zeminin savaşı besleyen bir zemine dönüştürülmesinin yarattığı siyasal boşluğun solun hemen hemen tüm kesimlerine sirayet eden etkisi aralığın iyice açılmasına neden oldu.aralık açıldıkça doğan boşluğu düzen partileri doldurdu. Düzen partilerinin savaşın basit bir aracı olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım.
Birlikte yaşamanın diyalektiği
Kürt Özgürlük Hareketi i birlikte yaşamı ilkesel olarak kabul eden bir yaklaşıma hep sahipti. Ancak başlarda bunun pratik araçlarının yaratılamamasının en önemli engellerinden bir tanesi zihin ve duygu dünyamızda asıl fenomenin bağımsız bir devlet fikriyatı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bağımsız bir devlet fikriyatıyla şartlanmış bir nesil olarak demokratik cumhuriyet projesine karşı gösterdiğimiz direnç mesafe almamızı oldukça zorlaştırdı. Çünkü demokratik cumhuriyet projesi, birlikte yaşamın öncül anahtarı olan bir projeydi ve biz bu projeyi anlamakta bir hayli zorlandık. Bu da ciddi bir zaman kaybına neden oldu. Politik koşullara savaşın yakıcılığı da eklenince bir içe büzülme süreci yaşadık.
Birlikte yaşamayı, tavuklarımızın birbirine karıştığı, kız alıp verme metaforunun ötesinde Kürt ve Türk halkının kader ortaklığında görüyorum. Bu kader ortaklığı ekonomik, tarihi, sosyal, siyasal ve kültürel bir ortaklıktır. Bunu sağlamanın yolu akılların ve vicdanların ortaklaştırılmasından geçiyor. Acılarımız ve ölülerimiz üzerinden değil, bundan sonra yaşatabileceklerimiz üzerinden bir yarışma içerisinde olmamız gerekiyor.
Bunun için Türkiye'nin aydınlarıyla, ilericileriyle, dost güçleriyle, emekçileriyle emeğimizi, çabamızı, ideallerimizi ortaklaştırabileceğimiz bir çatı partisine ihtiyaç var. Herkesin kendi rengini verdiği, kitleler için umut olabilecek, dün-bugün-gelecek zaman diyalektiği üzerinden bütün Türkiye'ye hitap edebilen bir yapılanmayı gerçekleştirebilecek gücümüz ve potansiyelimiz var. Sorun bu gücü ve potansiyeli ortaya çıkarmakta yatıyor. Sorun ilkeler konusunda uzlaşabilmemizde yatıyor. Sonu gelmeyen kavramsal tartışmalarla süreci boğmaya, kilitlemeye kimsenin hakkı da lüksü de yok artık.
Sadece seçim zamanlarında bir araya gelen, seçimi kazanmayı önüne koyan pragmatist bir yapılanmadan söz etmiyorum. Bir kader ortaklığından, Türkiye'yi yönetmekten söz ediyorum.(AT/EÜ)
_________________________________________________
* Aysel Tuğluk, Demokratik Toplum Partisi (DTP) eski eşbaşkanı. Tuğluk'un yazısını Ekmek ve Özgürlük'ün mart sayısından alıntıladık.