Yazmak yaşamaktır, der o çok yaşayan yüzler… Yaşamak olan yazmak bir o kadar da zor/sabır… İlk sözcüğü bulup devamını getirecek gibi üç noktayı bırakmak sabır.
Bundan birkaç gün önce yazılmıştı bu cümleler, bütün zamanlar için bende hep olacak olana.
Sonra Haluk hocamın (bianet genel yayın yönetmeni) “Newroz için bir şeyler yazabilir misin” dediğinde gelip yeniden buluverdi beni.
Yazmak yaşamaktı.
Belki bilirsiniz, belki izlemişsiniz, belki de duymaya meraklı kulaklarınız duymuştur.
Theodoros Angelopoulos’un “Sonsuzluk ve Bir Gün” filminde Yunanistan’ın ünlü şairi yıllar sonra, Osmanlılara karşı verilen özgürlük savaşı sırasında ülkesine döndüğünde yüzlerin, kokuların, renklerin, seslerin her şeyin kendisine tanıdık geldiğini görür... Ancak bir şey eksiktir... Kendi anadilinde şiirler yazmak ister… Lakin kendi dilinde şiir yazacak tek bir sözcüğü bile yoktur… Şiir yazmak için sözcük aramaya çıkar, satın alır ama en çok yazmak istediği şiiri asla bitiremez, çünkü sözcükleri eksiktir.
Yazmak yaşamaktı çünkü.
Anlat hele, de hele anlat… Anlat ki bilelim acı görüp acı çekmiş, acı çekse de acısına umudunu yenik düşürmemiş bir insan, yaşamına veda etmek isteyince neden kırk çöp değil de üç kibrit çöpünü yakıp kendisine kalan son şeyi olan bedeniyle yeni gününü yani Newroz’unu kutlasın.
Anlat hele; gündüzün geceye, gecenin de gündüze üstün olmadığı, ama eşit olduğu an Mem değil miydi, Zin, Zin, Zin diye diye kör karanlık zindanda sevgi doğurup, onunla mezara perdesiz giren.
Hele anlat, yaşamak isteyen çocukluğumuzun kahramanlarının gidip de ölmediği zamanlarda “yeni gün, yeni bir dünya demekti” diyerek, kara lastiklerle Diyarbakır’ın kuçelerini aydınlatan, aydınlattıkça her defasında biraz daha biraz daha esmerleşen çocukları anlat.
De hele anlat, yaşayamayan çocukluğumuz büyüyüp yaşlanınca, kahramanlarımız da gidip ölünce, dünyanın orta yerinde değildik ama kentin orta yerindeki taş binanın arkasında, dillerinde “yeni gün, yeni bir dünya demekti” sözcükleriyle sevgiliyi kucaklar gibi, elleriyle gözleriyle birbirlerini sarıp sarmalayıp Newroz’unu kutladıktan sonra gidip de dönemeyenlerini anlat.
Yazmak yaşamaktı… Yaşamak olan yazmak da zor/sabır.
Şu göğün altında, gündüzü, gecesi, merhabası, hoşçakalı, bitkisi, hayvanı, insanı, acısı, yarası beresi, sevgisi, hüznü, ayrılığı, yalnızlığı, savaşı, her şeyi olan ama barışı, barışı, barışı olmayan dünyada ne anlatılabilir, ne söylenebilir ki?
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama takvim yaprakları o günün üzerinden yıllar geçti diyor.
Kentler yürür mü? Yürür valla… Şu göğün altında ne varsa her şey yürür, gider.
İşte o gün, kent yürümek için erkenden uykusundan uyanmıştı… Bu ne kalabalık, bu ne heyecanlı telaştı, tümü birbirine benzeyen insanların mutluluğu.
Yürüyorlardı; kadını, erkeği, çoluğu çocuğu, genci yaşlısı… Onların ki sıradan bir yaşam değildi ya, sıradan bir yaşanmışlık hiç değildi… Yitirmişlerdi; evlerini, bağlarını, bahçelerini, hayvanlarını, masal anlatan büyüklerini, çocuklarını, sevgililerini, komşularını, ötesini berisini, canını cananını, bedenlerini… Yitirdikleri nasıl ki birbirine benziyorduysa o gün yani yeniden doğuş yani Newroz’daki mutlulukları da birbirine benziyordu.
Yürüyorlardı, uçsuz bucaksız bir alana doğru… Varlıkları bakışlarında asla unutulmayacak olan polisler, askerler, tanklar, silahlar arasında.
Sonra yağmur damlaları düştü uçsuz bucaksız alanı dolduran insanlara… Ve bir ses, bakışını göğe vererek “Bunlar tanrının sevinç gözyaşları” dedi… Bizi alıp götüren, ötelerin ötesine götüren ses tanıdıktı... Yeryüzünün her bir karış toprağında insanların yüreklerinde var olmuş duyguların, hasretlerin, özlemlerin, umutların, acıların ve aşkların sesiydi… Ses, Sezen Aksu’ydu.
Dünyanın orta yerinde değildik ve biliyorduk bunu, ama Diyarbakır'ın orta yerinde o an, orada sınırsız bir uzaklık, bir adımlık uzanış olmuştu yüzbinlerce insan ve Sezen Aksu için.
Yüzbinlerce insan birbirine benzeyen başkalıklarıyla eşlik ettiler ona… O söyledikçe tanrı daha bir gözyaşı döktü… Söyledikçe hafifledi, hafifledi minik bir kuş olup uçuverdi uçsuz bucaksız alanı dolduran insanlara doğru… Konuvermek istedi acılarına, yoksunlularına, yokluklarına, gözyaşlarına… Dokunmak istedi onlara eliyle, gözleriyle ve sesiyle... Sevgisiyle.
Yazmak yaşamaktı ve zordu, sabırdı yaşamak olan yazmak.
Sizler bu yazıyı okurken sizin için bizim için, hepimiz için, çoğu çocuk, çoğu kadın ilkbahar elbiseleriyle uçsuz bucaksız alana doğru bir başlangıcı ve sonu olmayan umutlarıyla “yeni bir gün, yeni bir dünya demekti” için yürüyor olacaklardır.
Newroz piroz be… Newroz kutlu olsun, size ve bir gün mutlaka bize geleceklerine inandığımız sevdiklerimize. (KT/YY)