Sao Paulo'da
Sao Paulo Güney Amerika'nın en kalabalık şehri. Nüfusu 17 milyonun üstünde. Şehir, çevresi ile birlikte, Türkiye yüzölçümünün yüzde 10'undan fazla bir alana yayılmış. Yazılanlara göre, 16. yüzyılın ortalarında iki papaz, yerli halkı Katolikleştirme çabalarını yerleşerek sürdürmeye karar vermişler. Ve o zamanlar yemyeşil tropikal bir bölge olan, bu bir çok nehrin kesiştiği yerde, Sao Paulo de Piratininga köyünü başlatmışlar. 19. yüzyılın sonlarına doğru, kahve üretimi ve ticareti şehre iyice damgasını vurmuş. Başka ülkelerden tüccar ve sermayedar takımı, ardından da işçiler Sao Paulo'ya akmaya başlamışlar. Portekizliler, İspanyollar, Alman ve Japonlar başı çekmiş. Şehrin yarısından fazlasını göçmenler oluşturuyormuş o sıralar. Bana Sao Paulo'nın gece hayatını tattırtan bir arkadaşın arkadaşına göre, Japonya dışında en çok Japon bu şehirde yaşamaktaymış.
Esas nüfus patlaması, kapitalizmin, çok uluslu şirketleriyle, özellikle oto sanayii ile Sao Paulo'ya nüfuz etmesi üzerine 1950'ler sonrasında yaşanmış. Şehir, o gün bu gün, fabrikalarla, sanayi parklarıyla, gecekondularla adeta kuşatmaya alınmış. Marifetmiş gibi, turistik broşürlerde Cubatao sanayi parkının dünyanın en büyük sanayi parklarından biri olduğu vurgulanıyor.
Sao Paulo'nun banliyölerinden Guarulhos'daki hava alanından şehre yaklaşırken, ilk izlenimlerim İstanbul/Ankara karışımı bir azman şehirle karşılaştığım şeklindeydi. Farklılık, denizin görünmeyişinde -en azından yarım saatlik bir araba yolculuğu gerektiriyor denize varmak-ve duvarlarda New York'dan, metrodan alışık olduğum tarzda renkli yazıların, desenlerin çokluğundaydı ilkin.
Bir İtalyan ailenin işlettiği otelime yerleştikten sonra, eskiden kahve baronlarının malikanelerinden geçilmeyen Paulista caddesinde dolaşmaya çıktım. Türkiye ile Brezilya'yı gelişme iktisadı literatüründe karşılaştırmak modadır. Bu karşılaştırma bilinç altıma yerleşmiş olmalı ki, ilk ağızda her gördüğüme o perspektiften baktığımı fark ettim.
Örneğin para bozdurmam gerekti, bozduramadım. Bankalara girip çıktım, memurlar sağa sola telefon ettiler yardımcı olabilmek için, bir türlü bozduramadım Amerikan dolarlarını. Sonunda bir pasaj içinde bir döviz bürosu bulabildim. Bizdeki bankaların, her köşe başındaki döviz bürolarının ağızlarının suyu akarak dolarlara atlamaları aklıma geldi. Ardından, Özal döneminin başımıza sardığı döviz giriş çıkışlarındaki aşırı serbestliğin yarattığı çarpıklığı, olumsuzlukları hatırladım.
Bir başka ilgimi çeken şey, her türlü banka, şirket, büyük bina girişlerindeki korumalar, olağanüstü güvenlik tedbirleri oldu. Bizdekinin 5-10 misli olduğunu söylesem abartmış olmam. Elimde kamera olduğu için bir bankaya giremedim. Döner kapılar otomatik bir biçimde duruverdi ve hayatımda ilk defa banka kapısında, kapı-içi gözaltısı yaşadım!
Hep söylenir, Brezilyalılar çok cana yakın, güzel insanlardır diye. Doğru. Ne kadarının ırkların karışmasından, ne kadarının Güney Amerika'nın ikliminden, kültüründen kaynaklandığını bu işlerin meraklılarına bırakalım. Gerçekten, Brezilyalılar karınları doyduğu sürece, son derece insan insanlar. Candan, yardımsever, dolu dolu gülen, uzun sofra başı sohbetlerini seven, kısacası güzel yaşayan insanlar.
Sao Paulo'nun İngilizce günlük gazetesi yok. Futbolde olmasa da bu alanda Brezilya'dan ilerdeyiz! Portekizce yerel gazetelerin ilk sayfalarına göz atarak, hayatın neresinin 1.sayfalara taşınmaya layık bulunduğunu anlamaya çalıştım. Lula'dan geçilmiyordu, fotoğrafları sık sık gazetelerin baş köşelerinde. Venezuela heberleri de, tahmin edilebileceği üzere genellikle manşetten veriliyor ve son gelişmeler yakından izleniyor.
İster istemez Lulalı Brezilya'ya, Porto Alegre'ye büyük beklentilerle geliyor insan. Oysa, şimdilik görünürde bir politik heyecan yok. Fakat, politik olmayan Brezilyalılar bile konu açıldığında Lula'dan umutlu; herkes Lula'nın dürüstlüğünden bahsediyor. Benim Sao Paula'daki bir günüm boyunca konuşma imkanı bulduğum 10 kişiden 8'i Porto Alegre'deki Forum'un varlığından pek haberli değildi.
Porto Alegre'ye
Oysa, Paulista caddesinde turlarken, şimdi sanat galerisine dönüştürülmüş olan, bir Fransız kahve baronunun malikanesinde -Casa das Rosas (Güller Evi)-- rastladığım yeni akademi mezunu kız, Sosyal Forum'dan bayağı haberdardı. Sergi, yeni mezunların çalışmalarından oluşmuştu. İlginç olan, bu genç sanatçıların ziyaretçileri kapıda karşılayıp sergiyi gezdirmeleriydi. Hayli soyut, kavramsal çalışmalardan, yoksulluk temasını işleyen fotoğraflara kadar geniş bir artistik yelpaze ile karşılaştım. İfade duyarlılığına ve teknik donanımlarına hayran kaldım bu genç sanatçıların.
Porto Alegre uçağına girerken hostesler broşür gibi bir şey veriyorlardı. Herhalde bir reklamdır, kupondur diyerek almak istemedim. Israrla elime tutuşturdular üç dilde yazılmış bu broşürü. Başında "Cumhurbaşkanından Mektup" yazıyordu. Bak şu işe, ne örgütlenme, ne misafirperverlik diyerek şaşırdım. Porto Alegre'ye gidenlerin çoğunun Sosyal Forum'a gideceklerini varsayan Lula, onlara bir hoş geldiniz mektubu yazmış, ne de güzel etmiş dedim kendi kendime. Uçağa yerleştim, katlı mektubu açarak okumaya başladım. Lula'dan değildi. TAM uçak şirketinin patronu Daniel, beni yeni oluşturdukları müşteri konseyine katılmaya çağrıyordu! İflah olmaz idealizmim yeni bir yara almıştı.
Yaramı sarmak üzere Porto Alegre'ye uçmaya koyuldum... (EAT/EK)