* Görsel: Charlotte Farhan
Aşk, tarih boyunca herkesin ortak dili olmuş ve olmaya da devam edecek, en temel gereksinim, aşırılık, zayıflık, tutku, cesaret… Sözcüklere dökülemeyecek kadar derin, yoğun, sınırı belli olmayan duyguların haritasıdır aşk. Çelişkileri, sırları, varoluşu ile ruhun bir parçası… Gövdesine sığmayan arzuların helak oluşu ya da kutsanışı… Belki de her canlının biricik olduğuna kanıt yegâne duygudur. İnsanı bile bir tanıma sığdırmakta zorlanırken aşka bir tanım bulunabilir mi?
Toplumsal sancılar tarihin her döneminde yaşanmıştır. Bu, toprakla yüzleştiği andan beridir ki kendi ile uzlaşamayan “insan”ın gerçekliğidir. Sosyal kirlilik, özüne yabancılaşıp doğaya zorbalıkla hükmetme ve hedonist anlayışlar… Her daim var olan ancak bir türlü çözümlenemeyen aşk gibi…
İnsanın ontolojik problemleri toplumlara ve daha geniş manada milletlere de aksetmiş, ülkeler “benlik/kimlik” çatışması ve kargaşası içine sürüklenmiştir. Ülkemizde de özellikle son zamanlarda yaşanan çözümsüzlükler arasında bizi ayakta tutan değerlerin başında “aşk” ve “umut” gelmektedir.
Bu amaçla Neşe Yaşin, Ahmet Güneştekin, Müge İplikçi ve İlhami Sidar ile “Aşkın Boyutları” adlı söyleşi dizisini gerçekleştirdik.
Bu haftaki biamag’da edebiyatta aşk söyleşilerine Neşe Yasin’le başlıyoruz.
Kutsal kitaplarda aşk, tarihte aşk, mitolojide aşk! Hep aşk hep aşk! Sizce nedir bu aşkın momenti ve boyutları?
N.Y.: Aşkın insanlık tarihi içinde bu denli önemli olmasının bir nedeni öteki ile kurulan en anlamlı ilişki olması belki de. Aslında öteki ile olan ilişkimizin imkânsızlığına dair bir durum bu. Aşkta, hayattaki varoluşumuza dair her türlü trajedi mevcut. İki kişi arasındaki bu ilişki hayattaki bütün meselelerin küçük bir modeli gibi. Birisi iktidar kurmak, ele geçirmek ister öteki direnir. İnkâr edilmek, reddedilmek, varlık alanlarımızın işgal edilmesi, kıskançlık, paylaşamamak, yaratıcılık ve yıkıcılık vs. Bunlar iki kişi arasında da yaşanabilir daha büyük topluluklar içinde de. Truva savaşını başlatan aşktır ama aslında itibarını kaybetmek, gurur, iktidar arzusu, ego gibi öğelerle de açıklanabilir bu. Birisinin bize duyduğu aşk bizi doruklara yerleştirir, Bizim duyduğumuz aşk ise bir paradigmaya göre yerlerde sürünmemizdir ama bana kalırsa o da ruhsal bir yücelme, yükselme halidir. Aşk varlığımızın anlam bulmasıdır. Dünyanın kalabalığı içinde biricikleştiğimiz bir durumdur.
Her çağ kendi aşk anlayışını yaratıyor bir bakıma, gerçek, büyülü ve güçlü aşklar somut yaşamda yaşanır mı, yoksa sadece estetize edilen midir?
Her çağ kendi aşk anlayışını yaratsa da aslında aşk oldukça arkaik bir duygu. Neşideler Neşidesi hala çağdaş bir metin mesela. Shakespeare metinleri de öyle. Değişen, ilişkilerin yaşanma biçimleri sadece. Yani birbirine uzun uzun mektuplar yazan, bu mektupların gelmesini bekleyen sevgililer yok belki bugün ama bir türlü gelmeyen o mesaj için, çalmayan telefon için acıyla kıvranan sevgililer var.
Gerçek, büyülü aşklar sanki daha kırsal bir alanda, daha soyutlanmış mekânlarda yaşanabilir gibi geliyor bana. Âşıklar başkalarından uzakta olduklarında yani beden ve ruh arasına kültürel, sosyal, ekonomik faktörler girmediğinde daha tanrısal bir buluşma yaşayabilirler. İkinin büyülü ilişişi ve bütünleşmesi araya başka faktörler girince yara alıyor sanki.
Tarihteki ünlü aşklara baktığımızda, çok fırtınalı olarak yaşanıyor, Salvador Dali ve Gala, Rosa Luxsembourg ve Leo, Emma Goldman ve Şasa, Simone de Beauvoir, Sartre ve Algren üçgeni, Aragon ve Elsa, Nazım Hikmet, Piraye ve Vera gibi evrensel aşklara bakıldığında, aşk yüksek bilinçte mi, yoksa naiflikte mi anlamını bulur?
Aşk söz konusu olduğunda her türlü entelektüel birikim, ideoloji anlamsızlaşabiliyor. Aşkın bütün bunlardan bağımsız kendi ideolojisi var çünkü. Mülkiyeti paylaşabiliyorsun ama sevgiliyi paylaşmak zor. Aşk üçgenleri her zaman acı veriyor. Aşkın bunca şiire, romana, filme vs. konu olmasının en önemli nedeni de içinde bir trajedi taşıyabilmesi… Ben eskiden aşkın sevmenin en yoğunlaşmış biçimi olduğunu düşünürdüm. Sonradan anladım ki birine âşık olabilirsin ama onu çok da sevmeyebilirsin. Çok daha karmaşık nedenlerle olabilir aşk. Aşkın nefrete dönüşmesinin bir nedeni de aslında sevmiyor oluşumuz. Pek çok narsist için kendini seyrettiği bir ayna olabiliyor aşk. Birisine birden çarpılmamızın, onsuz yapamayacağımızı düşünmemizin çocukluğumuza kadar giden kökleri olabilir. Psikiyatristler aşka bir hastalık gibi davranıyorlar bu nedenle. İrvin Yalom’un kitabına “Aşkın Celladı” demesi bu yüzden. Şairler psikiyatristler gibi düşünmüyor tabii.
Bazı ünlü âşıklar hatırlarını bir biçimde bize dâhil ettikleri, sanata dönüştükleri için bizim için önemliler. Bana kalırsa aşkın kendisi bir yaratıcılık zaten. O yüzden adlarını saydığınız yaratıcı kişiliklere çok uygun düşüyor.
Gerçek aşk bir kere yaşanır diye bir söyleme inanıyor musunuz? Biricikleştirdiğiniz ve unutamadığınız aşkınız var mı?
Birden fazla yaşanır ama pek sık yaşanmaz diye düşünüyorum. Vuslatı yaşamış aşklar ne kadar sürer pek emin değilim. İlk ve tek aşka saplanıp kalmış insanlar vardır kuşkusuz. Aşk söz konusu olunca bir ilkenin bir kuralın varlığından söz edemeyiz. Genellikle aynı motifi tekrar ettiğimiz, benzer kişilere âşık olduğumuz söyleniyor. Aynı anda iki, hatta daha fazla kişiye âşık olabilen poliamoros kişiler var. Bazı insanlar ise hiç âşık olmamışlar ve böyle bir duygunun varlığından haberleri yok. Aşk hakkında öyle çok şey yazıldı ki kimileri aşkı içinde bulmaktan çok bu yazılanların etkisi ile biçimlendiriyor. Günümüzde aşk da kapitalizmin alanına girmiş durumda. Bir biçimde pazarlanıyor. İnsana hep son yaşadığı en biricik gibi gelir. Daha önce yaşadıklarına ben bu saçmalığı neden yaşadım diye bakabilirsin çünkü. Aşkın seni saran nuru dağıldıktan, sarhoşluk sona erdikten sonra yaşanana başka bir gözle bakmaya başlıyorsun. Bazı insanların içinde aşk duygusu yok. İçinde aşk duygusu varsa bu duyguyu çok sayıda kişiye yöneltebilirsin bence.
Paranın tüm bilinçleri esir aldığı, yalnızlığın ve bunalımın yaşandığı bir çağdayız, aşkların kısa sürdüğü ve çıkara dayandığını söyleyebilir miyiz? Duygu Asena'nın dediği gibi "Aslında Aşk da mı yok!"
Duygu Asena’nın kitabını ilk çıktığında okumuştum yıllar önce. Günümüzde yaşanan ilişkilere dair böyle bir sitem tabii ki geçerli. Bana kalırsa aşk tam da günümüzde yaşanan para esaretine, yalnızlığa ve bunalıma direnişin odağında. Bize aşk diye pazarlanan şeyin gerçek olmadığı doğru ama iliklerimize kadar yaşayacağımız bir aşka da denk geliyoruz ya da bunu bir yanılsama olarak yaşayabiliyoruz. Bence önemli olan aşk duygusunu ve cesaretini taşıyor olmak. Aşkın beni en çok etkileyen yanı bütün kimlikleri anlamsız kılmasıdır. Sınıfsal, cinsel, dinsel, yaşsal, etnik vb. kimliklerin önemsizleştiği yer aşk. Bu da onu devrimci yapıyor. (DM/ÇT)