Güneydoğu'da hafta sonundan itibaren başlayan, polisin müdahale ettiği, bir kişinin öldüğü eylemlerle ilgili Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) başkanı Deniz Baykal konuşuyor, hükümete çatıyor ve mealen şöyle diyor:
“1 Mayıs’ta İstanbul’da genç kızları, delikanlıları yerlerde sürüdünüz; tekmelediniz onları, sırtlarında sopa kırdınız. Şimdi Diyarbakır’da kepenkler kapalı, otobüsler çalışmıyor, çöpler toplanmıyor, bu bir isyan provasıdır ve İstanbul’da aslan kesilen siz, Diyarbakır’da kedi gibisiniz.”
1 Mayıs gibi nispeten masumane bir iş yüzünden neler yaptığınızı gördük, şimdi bu Kürt isyanı provasında neden daha çoğunu yapmadınız, demeye getiriyor sözü. Fazlası ne olabilir?
Neron
Aklıma birden nedense Neron geliyor. Rivayet olunur ki, Neron uzun zamandır sürüp giden ayaklanmaları bastırmak için isyancıların yanına varıp onları şarkılarıyla ve danslarıyla ikna etmeyi önerir. Neron malum, sefihliği ve zalimliğiyle ünlü; bir diğer özelliği de kendine, hele de sesine ve danslarına olan hayranlığı. Elbet gerçekten böyle miydi, bilmiyorum. Neron sonuçta muhalifleri ve muarızları, en çok da resmi Katolik yazını tarafından anlatılan bir şahsiyet. Ayrıca bir isyanı bastırmak için bu kadar delice bir öneride gerçekten de bulunmuş mudur, onu da bilmiyorum. Ancak tarihçilerin yargısı belli: Neron sonuç olarak sefih, zalim ve bir o kadar da delidir!
Derken yine Baykal geliyor aklıma: Önü alınamaz çatışma ve yıkımların adeta bir kıvılcıma baktığı, Türkiye’nin geleceğinin neredeyse pamuk ipliğine bağlı olduğu şu ortamda, sözü “daha fazla şiddet, çok daha fazla” demeye getiren ve başkaca da hiç bir şey söylemeyen bu adam gerçeklik duygusunu tamamen yitirip delirdi mi acaba diye soruyorum kendime. Üstelik bu ilk de değil: Yanlış anımsamıyorsam 2007 Newrozu’nda da çatmıştı hükümete. Diyarbakır Fuar alanında toplanmış 500 bin kişinin üzerine, ellerindeki Apo posterlerine rağmen polisin neden yürümediğini sormuştu!
Saçmaya indirgemek
Söz Roma’dan açılmışken Latince bir deyimi anmalı: reductio ad absurdum. “Saçmaya indirgemek” yani. Bazen bir şeyin mantıksal ve pratik sınırlarını göstermede iyi bir yöntem; üstelik bu yöntemi etkin olarak kullanan edebi türler de var.
Ancak saçmaya indirgemenin tarihsel örnekleri de var: Neron, politik ve ahlâki bunalımlar içinde çalkalanıp duran Roma rejiminin bir reductio ad absurdumu idi; bunalımı gün geçtikçe derinleşen, çözülme alametleri ha bire olgunlaşıp duran Türkiye Cumhuriyeti’nin ad absurdumu olma payesi ise sanırım herkesten çok Baykal’a layıktır.
Bu arada hakkını yemeyelim: Romalılar yalnızca yakıp yıkarak, asıp keserek değil, yerine göre uzlaşıp ödünler vererek de kazanmasını bilen usta ve pragmatik yöneticilerdi. Neron o acayip isyan bastırma yöntemini önerirken, bu uzlaşı geleneğinin kolektif belleklerdeki derin izlerinden esinlenmiştir muhtemelen, onun önerisini delice yapan niyeti değil, araçlarının yetersizliği ve uygunsuzluğuydu.
Bizim saçmamızın durumu çok daha vahim ve karanlık. Çünkü onun yalnızca araçları sorunlu değil, niyeti de bozuk; kolektif belleğindeyse görkemli zaferler ve büyük uzlaşılar değil, en azından 1915’den bu yana, ulusal ve etnik konularda tek bildiği asıp kesmek, bastırıp susturmak olan bir geleneğin anıları ve ideolojik kodları var.
Seçeneksizlik
Hem sonra Neron bu saçmalıklarla uğraşırken saltanatının son günlerindeydi; Baykal’sa, hesapta bir iktidar adayı, gelecek olanı temsil ediyor. Neron’a seçenekler vardı: Nitekim Romalı egemenler çabuk toparlayacaktır durumu; Neron hain ilan edilip tepelenecek ve yerine ona göre daha yetenekli yöneticiler imparator olacaktır ve Roma rejimi daha epey bir zaman ayakta kalmayı başaracaktır bu sayede.
Baykal’sa seçeneksizdir ne yazık ki: Arkasında, kendisi meclis kürsülerinde itidal çağrıları yaparken sokaklarda yerel örgütleri pogrom tatbikatları yapan bir Bahçeli var; önündeyse Erdoğan. Gerçi haksızlık etmemeli: Bir keresinde “Kürt sorunu demokrasi sorunudur” demişti, bir de şiir okumuştu ardından sanırım.
Bunca deliliğin ortasında...
Hegel 1807’de Jena’da Napoleon’u gördüğünde Fransız Devrimi’ne karşı duyduğu hayranlığın heyecanına kapılıp, “ata binmiş aklı” gördüm deyiverecektir. O zamandan beri evrensel akıl kavramını ve Marksistlerin de katkısıyla kolektif aklı biliyoruz. Ne ki bunun bir de deliliği var: Nasıl ki akıl nesnelleşip kurumsallaşarak bireysel sınırları aşıyorsa, delilik de aynı ölçüde nesnellik kazanabiliyor kimi dönemlerde. Özelikle de 20 Yüzyıl sayısız örnekleriyle doludur bunun. Ve korkarım Türkiye yeni ve görkemli örneklerini sunmaya hazırlanmaktadır şu günlerde.
Çok alametler vardır: Baykal örneğin, meclis kürsüsünde cisimleşmiş bir deliliktir; canları burunlarında miting alanlarında ya da mezarlık yollarında toplaşmış Kürtleri, üzerlerinde F-16 uçurarak sindireceklerini sananlar “uçağa binmiş deliliktir”, yoksul emekçi çocuklarını davul zurnayla teslim alıp, cenaze marşıyla teslim etmekten ve sonra da toplam kelime dağarcığı 100’ü geçmeyen cenaze nutku temrinlerini yinelemekten ibaret marifetlerini, iki dakikalık bol fırçalı basın açıklamalarıyla örtbas edebileceklerini sananlar meç giydirilmiş deliliktir. Sokaklara saçılmış kudurganlıklardan ve Kürt cenahındaki tehlikeli eğilimlerdense hiç söz etmiyorum. Basiretin ve ortak görünün yitip gittiği bir ülkedir içinde yaşadığımız.
“Bunca deliliğin ortasında umuda ve akla hala yer kaldı mı” sorusu haklı ve kaçınılmaz bir sorudur kuşkusuz. Eğer varsa hani nerede ve kimde? Eğer oradaysa, ortaya çıkıp kendini göstermek ve hükmünü icra etmek için daha neyi ve kimi bekliyor, ne kadar bekleyecek? (MO/EÜ)