Bazen kalemin etkisiz kaldığını düşünürsün. Şiirin, sazın, sözün. "Mış" gibi yapılan eylemin. Aslında ne kalem eskir, ne saz ne de söz. Eylem zaten eskimez. Onu eskiten ve eksilten içinde bulunulan monotonluktur çünkü hayat bir nehirdir akıp giden. Sürekli yeniye zorlayan. Herakleitos’un verile verile tüketilemeyen “aynı ırmakta birden fazla yıkanılamaz” örneği gibi.
Oysa o hayatın akışına tıpkı kendi yaşamımıza yabancılaştığımız gibi yabancılaştık. Ölüme, sevince, yaşama... Nazım diyor ya “En fazla bir yıl sürer yirminci asırda ölüm acısı”, 21. asırda saatler sürmüyor. Olayın dehşeti bile sarsıcılığını dakikada yitiriyor. Sonra her şey kanıksanıyor ve aynı şekilde devam ediyor. On bir ay içerisinde Filistin’de 40 bin insan katledildi. Adeta savaş oyunu izler gibi izliyor dünya. Peki bu savaşta organ yitimi yaşayan insanlar? Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) umurunda mı bilmiyorum. Ya engelli örgütlerinin? Gelin biraz çuvaldızla haşır neşir olalım.
Bu savaşta ya da dünyanın herhangi köşesindeki bilmem ne bahanesiyle çıkarılan bir paylaşım savaşında sakat kalan insanlar, neden engelli örgütlerinin ilgi alanına girmiyor? LGBTİ+ örgütleri o savaştan etkilenmiş LGBTİ+’ların peşine düşüyor. Niye bizde böyle bir çaba yok? Onu da geçtim, hâlâ yaraları kanayan 6 Şubat depremlerinde kaç kişi sakat kaldı, kaç engellinin hayatı ne kadar değişti? Hatta niye biz yaşam hakkımızı ve vücut bütünlüğümüzü bile savunamıyoruz?
Birkaç gün önce İstanbul’da bir kör raylara düştü. Birkaç hafta önceki yazımı okuyanlar karıştırmasın, bu yeni oldu. O kadar kanıksadık ki artık her hafta bir kör raylara ya da bir belediyenin önlem almadığı lanet bir çukura düşüyor. Bunun karşılığında yapılan “en büyük eylem” basın açıklaması. Vergi düzenlemesi için Twitter’da sabahlayanlar #HayatımızBuKadarUcuzmu diye soran bir etiket bile açmıyor.
Herkesin dilinde dolanan bir “savunuculuk”... Hepimiz savunuyoruz. Neyi? Önce bir yaşam hakkımızı savunalım gerisi gelir zaten. Olayın yaşandığı şehrin belediye başkanı Paris Olimpiyatları'nda poz verirken, yerine getirmediği erişilebilirlik koşulları yüzünden bir kör ölümle burun buruna geldi. Zerre kadar da gündem olmadı. Sadece İstanbul için değil, iddia ediyorum her yerde durum aynı. Hiç kimsenin umurunda değil. Zaten onları buna zorlayan da yok. Yerel yönetimlerin erişilebilirlik koşullarını yerine getireceği son tarih her yıl ötelendi. Adı bile edilmiyor artık.
Özetle bir on yıl öncesinin kazanımlarının bile gerisine düştüğümüzü düşünüyorum. Bu sadece engellilik alanında değil, bunu hepimiz yaşayarak görüyoruz. O nedenle kendi bulunduğumuz alandan da ses çıkarmamız gerekiyor artık. Ezber sözler, klişeleşmiş eylemler değil. Diğer ötekileştirilen kesimlerle birlikte yenilenerek, aynı potaya akarak direnmek ve dönüştürmek. Yoksa bir dakikalık iç çekişler arasında kaybolup gideceğiz. Tercih bizim...
(BS/RT)