Yeni anayasa taslağının basına sızdırılmasından bu yana, ana akım medya anayasa tartışmalarını özellikle demokrasi, laiklik ve etnik kimlikler ekseniyle sınırlandırarak taslağın neoliberal niteliğine ilişkin yorumları etkili bir biçimde gündemden uzaklaştırmayı başarmış görünüyor.
Solun iki egemen akımı da bu durumdan muaf değil. Ulusal sol, tartışmayı ulusal bağımsızlık ve egemenliğin rafa kaldırılması bağlamında ele alırken, liberal sol ise yeni anayasa taslağının "burjuva demokratik devrimin tamamlanması" sürecindeki rolüne dikkat çekmekle yetiniyor. Anayasa değişikliğinin içerdiği kapsamlı dönüşümün neoliberal niteliği üzerinde ise fazla durulmuyor.
Bu durumda Anayasa taslağını kaleme alanların önerilen tüm değişiklikleri 12 Eylül Anayasasının otoriter niteliğine karşı demokratik ve sivil bir anayasanın gerekliliği ile meşrulaştırma çabasının da etkili olduğu söylenebilir. Ancak bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: 12 Eylül Anayasası'nın antidemokratik niteliği 25 yıldır gündemdeyken, neden bir iktidar partisi şimdi bu konuda somut bir adım atma gereğini duyuyor? İçinde bulunduğumuz konjonktürde anayasa değişikliğini bir zorunluluk haline getiren içsel ve dışsal dinamikler neler?
Devletin yapısal dönüşümü
İçsel dinamiklere bakıldığında, 1980 sonrası neoliberal dönüşümün geldiği yeni aşamada devletin yapısal dönüşümü önündeki anayasal engellerin ortadan kaldırılması gereğinin ön plana çıktığı söylenebilir. Bu gereklilik, Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizme eklemlenme dinamiklerinde belirleyici hale gelen Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecinin gerektirdiği yasal düzenlemelerle birleşerek Anayasa değişikliğini bir zorunluluk haline getiriyor.
Böyle bir tarihsel bağlamda demokratikleşme argümanı ise Anayasadaki neoliberal değişiklikleri meşrulaştırma işlevi görmekten öteye gidemiyor. Zaten önerilen değişikliklere yakından bakıldığında, yürütme aygıtının yasama karşısında güçlendirilmesi, yürütme aygıtı içinde de iktidarın tek elde toplanması yönündeki önerilerin, Poulantzas'ın 1978 yılında yazdığı Devlet, İktidar, Sosyalizm kitabında "otoriter devletçilik" olarak tanımladığı ve günümüzde bütün kapitalist ülkelerde egemen hale gelen devlet biçimine denk düştüğü, ve demokratikleşme iddiasıyla baştan çeliştiği ortaya çıkıyor.1
Otoroter devletçilik yönünde iki adım
Anayasa taslağında "otoriter devletçilik" yönünde iki önemli adım atılıyor. Birincisi, cumhurbaşkanlığı karşısında başbakanlık ve bakanlar kurulu güçlendirilerek, yürütme aygıtı içinde iktidarın merkezileşmesi ve tek elde toplanması amaçlanıyor. İkincisi, bakanlar kurulunun kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi genişletilerek yürütme aygıtı yasama karşısında güçlendiriliyor, böylelikle demokratik hesap verebilirlik ilkesinden uzaklaşılıyor. Bu iki değişiklikle, 1980 sonrasında devletin yeniden yapılanmasının iki önemli boyutunu oluşturan yasama karşısında yürütmenin güçlendirilmesi ve yürütme içinde de iktidarın merkezileşmesi eğilimleri anayasada daha sağlam dayanaklara kavuşturularak yapısal hale getiriliyor.
Yeni Anayasa taslağında cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlanması şöyle gerekçelendiriliyor: "Türkiye'de Cumhurbaşkanının 1982 Anayasasının 104 üncü maddesinde listelenen görev ve yetkileri, parlâmenter rejimle bağdaşmayacak kadar geniştir. Bu kadar fazla yetkiye sahip bir Cumhurbaşkanının bulunduğu ülkede yürütmenin iki başlı hale gelmesi ve bu iki baş arasında iktidar çatışmasının yaşanması kaçınılmazdır. 1982 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra bu çatışma sürekli yaşanmıştır. Bu nedenle, Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerinin azaltılarak, bunların ilgili kurum ve kuruluşlara dağıtılması parlâmenter sistemin normalleşmesi bakımından gereklidir."
Taslak bir yandan bu çerçevede cumhurbaşkanlığını sembolik bir konuma dönüştürürken, öte yandan Bakanlar Kurulu'nun kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisini genişletiyor. Bu önerinin gerekçesi ise "günümüzün karmaşıklaşmış ve uzmanlık gerektiren devlet hayatı" ve "Avrupa Birliğine üyelik sürecinin gerektirdiği uyum kanunlarının süratle çıkarılması ihtiyacı" olarak tanımlanıyor.
Gerekçede şöyle deniyor: "Bakanlar Kuruluna kıyasla çok daha yavaş bir çalışma temposuna sahip olan yasama organının, bu ihtiyaçları giderecek kanunları âdeta zamana karşı yarışarak kabul edebilmesi mümkün görünmemektedir. Bu nedenle, zaten 1982 Anayasasının 91 inci maddesi gereğince mevcut olan kanun hükmünde kararname uygulamasının, tereddüde yer bırakmayacak bir biçimde anayasal dayanağa kavuşturulması amaçlanmaktadır."
Bu amaçla yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğuna ve bu yetkinin devredilemeyeceğine dair anayasa maddesine "kanun hükmünde kararnamelere ilişkin hükümler saklıdır" cümlesi eklenerek kanun hükmünde kararnameler, yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesinin istisnası haline getiriliyor.
Kitlelerin dışlanması anayasal nitelik kazanıyor
Bu önerilerle birlikte iktidarın siyasal alandan devlet aygıtına, devlet aygıtı içinde yasamadan yürütmeye, yürütme organı içinde de Bakanlar Kuruluna aktarılması biçiminde ilerleyen ve tam da toplumsal yaşamın her alanında köklü değişimlerin yaşandığı bir dönemde kitlelerin siyasi karar alma mekanizmalarından giderek daha fazla dışlanmasıyla sonuçlanan dönüşüm süreci anayasal nitelik kazanıyor. Bu anlamda Poulantzas'ın "otoriter devletçilik" olarak adlandırdığı bu sürecin bütün temel özelliklerini taşıyan anayasa taslağının temel amacının 1982 Anayasasına hâkim olan "otoriter ve devletçi" felsefenin izlerini tümüyle silme olarak sunulmasındaki ironiye dikkat çekmek gerekiyor. (ŞO/TK)
1 Poulantzas'ın "otoriter devletçilik" kavramını neoliberalizm ve demokrasi tartışmaları bağlamında ele alan anlamlı bir çalışma için bkz. Nazım Güveloğlu (2004) "Demokrasinin Neoliberal Dönemde Geçirdiği Dönüşümün Siyasal Partiler Üzerindeki Etkileri", Praksis, Sayı 12, www.praksis.org/files/012-01.pdf