Kızlı erkekli sözleri daha çok su kaldırır. Üzerine saatlerce, günlerce tartışıp ardından bir o kadar da dalgasını geçmemiz mümkün. Öte yandan başbakanın da bu halimizden nemalandığı ortada. Kendini tutamadığından, yaşlılık veya ostreopoz gerginliğinden, kötücül danışmanlardan, kibirden, ya da kendi inanç dünyasından ötürü bu kadar gafa imza atması zaten iktidarda olan bir yönetici için pek de akla yatkın bir durum değil. Yine de bile isteye bizzat devlet eliyle provokasyonun şahını yaşatıyor bize. Durumu böyle tanımlasak bile hala “niye bunu yapıyor” sorusuna cevap bulmuş olmuyoruz. O zaman şu önermeyi değerlendirelim.
Devlet, bir psikolojik savaş uzmanıdır. Çünkü bireylere yönelen koyu bir öfkeyi politik bir isyana her zaman tercih eder. Sürdürülebilir, kararlı bir birliktelikle doğan isyandansa, her gün yeni bir akıl almaz açıklamayla öfkeden serseme dönmüş, hop kalkan ama hop oturan insanlarla baş etmek her zaman daha da kolaydır.
Bu yöntemi deşifre etmenin bir yolu da özellikle başbakan nezdinde son altı aydır söylem ve tavırlara ardından da toplumdaki tartışmalara bakmak olabilir. Aklımıza gelenleri kısaca örneklersek: Yiğit Bulut'un danışman oldu, polis destan yazdı, “Taksim'e AVM de cami de yapacağım, gerekirse cami yıkacağım, hamile gezmeyin, yol medeniyettir” dedi, Rabia zorlaması, AKP'nin paralı twitter askerleri,15-16 haziran'a miting koymak, Melih Gökçek gibi bir orta oyun ve son olarak da kızlı erkekli evler çıkartması... Bu incilerin en önemli hedefinin orta sınıf olduğunu da bir kenara not edelim, neoliberalizmin en önemli hedefinin de orta sınıf olduğunu hatırlayarak.
Özellikle son tartışmada oluşan tepkileri de şöyle kabaca dört başlıkta özetleyelim.
1. Başbakan “o evlerde seks var diyor” diğer tarafın savunması da “evet evet, biz o evleri sevişelim diye tuttuk” şeklinde oluyor. Tepki, ister istemez sevişiriz-sevişemezsiniz polemiğinde sıkışıp kalıyor. Kadının özgürleşmesi açısından son derecede önemli ve desteklenmesi gereken argümanlar, bu tepki içinde gelişse de bir süredir görünmez olan “öğrenci kimliği” ve “öğrenci hareketi” tartışması ister istemez güme gidiyor.
2. Diğer bir tepki hiç haz etmediğim “gerici-ilerici” tartışmasını körüklüyor. Bu grup ulus devletin toplumun omurgasına bir bıçak gibi geçirdiği “Türk-İslam sentezi”nde birini diğerine tercih etme mecburiyetine sürüklüyor bizi. Bu sentezin İslam kısmı başbakan eliyle kadükleştirilip savunulurken (aslında yıpratılırken) karşı tarafa da sen de Türk kısmını sahiplen, şovenistleş, Kemalistleş, başka çaren yok deniyor. Sonuçta da devlet bu iki ayağın üzerinde yükselmeye devam ediyor.
3. Gündem değiştiriliyor tepkisi de üçüncü grubun özeti. İnsanların hedef gösterildiği, evlerinden atılması hatta linç edilmesi tehlikelerini oluşturan bir açıklamanın kendisi ciddi bir gündemken bu fikre tutunmak çok gerçekçi değil. Zaten başbakan ne zaman kadınlara saldırsa bu grup öne çıkıyor. Fakat bu grubun haklı olduğu bir durum var. O da başbakanın ne dediğinin farkında olması ve bunu başka bir şeyi örtmek için yapıp yapmadığını da öfkeye teslim olmadan düşünmemiz gerektiği noktası. En önemli zaafı da gündemler arasında bağ kurmaktansa birini ötekine tercih edelim noktasına bizi zorlaması.
4. Son grup da sanki bu gündem yokmuş gibi davranmaya çalışanlar. Biz işimize bakalım, bunlar sığ tartışmalar diyerek kenara çekilen bir grup derin politikler.
Şimdi bu dört gruba ek olarak, belki de tartışmayı biraz da bir konuyu sadece politik olarak ele almak veya sadece ekonomik olarak ele almak yerine ekonomi-politik bir yaklaşımı sunmayı deneyelim. Çünkü bu dört grupta politik kısmı öyle böyle dillendiriyor olsak da ekonomik kısmını pek dillendirmedik.
Kamuyu satmak
Devletin altına imza attığı bir anlaşma var: GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) [1]. Uzun yıllar önce imzalanan bu anlaşma gereğince kabaca ifade edersek kamu mallarının ticarete açılması hedefleniyor. Bir nevi özelleştirme. Farklı olarak, karma bir yapı da mümkün. Bir kurum kamu malıyken ona bağlı çeşitli hizmetler ticarete açılmış olabilir. Örneğin, devlet üniversitesinde yemekhanenin, yurtların ticarete açılması veya teknopark gibi ticari kurumların buraya eklemlenmesi. Bu anlaşma kapsamında hapishaneler, hastaneler, ulaşım gibi bir yığın kamu kurumu sayılabilir.
Anlaşmanın önemli bir ayağı da eğitim. Burada hemen harçların kaldırılmasını da hatırlayalım. Harçlar o kadar altyapısız kaldırıldı ki devlet üniversiteleri çökme durumuna geldi. Pıtrak gibi çoğalan özel üniversiteler de bundan nasibini aldı ve devlet üniversitelerinde kadrolaşamayan akademisyenleri toplayıverdi. 1800'leri aratmayan koşullarda hak-hukuktan mahrum çalışma koşullarına mahkum oldu akademisyenler özel üniversitelerde [2].
Bu çerçeveden bakıldığında görüleceği üzere GATS neoliberalizmin bir uzantısı. Bu anlaşmayla da beraber Türkiye neoliberal sürecini hızlandırma gayretinde. Neoliberalleşmeyi Metin Yeğin 7 yıl önceki bir konuşmasında şöyle betimlemişti: “(Neoliberalleşmeyle) 100 katlı bir binadan aşağıya düşmekteyiz. Henüz 40. katta felanız o yüzden hafif bir esinti, biraz hava alır halimiz var. Ama yere çakılmamız yakın, o zaman durum farklılaşacak.” Sanıyorum bu sürede yukardan 60. kata felan ulaşmışızdır.
Ekonomik olarak hayatımız gittikçe zorlaşırken, bu süreci halkın onaylayacağı veya kitlesel bir isyanla karşılamayacağı bir şekilde yürütmenin yolu ne olabilir? Gezi bu anlamıyla önemli bir sınavdı tüm toplum için. Devletin bu yolda çok kolay yürüyemeyeceğine bir uyarı niteliğindeydi. Kürdistan’da 30 yıldır devam eden mücadele, Kürt halkının yaşamına sahip çıkması, Rojava'daki devrim zaten devleti yeterince zorlarken bir de batıdaki uyanma eklenince işler karıştı. Bu noktada uzun süredir ekip biçtikleri neoliberalizmin ahlak pazarına yöneldiler.
Yatağı satmak
Başbakanın kızlı-erkekli açıklamasından yaklaşık iki hafta önce bir gayrimenkul şirketinde “2013 İstanbul Yurt Sektörü Raporu” yayınlandı. [3]
Bu rapor Türkiye Gazetesi'nde “en iyi yatırım öğrenci yurtları” başlığıyla verildi. Aslında öğrenci camiasında çok ses getirmesi gereken bu haber ancak başbakanın açıklamasıyla taçlandı böylece toplumdaki PR çalışması başladı.
Rakamların dilinden konuşursak 2013 itibariyle ülkedeki üniversite öğrencileri için hizmet veren devlet yurdu sayısı: 365 (2'si yurt dışında). Özel yurtların sayısı ise 4368. Yani yurtların yüzde 92,3'ü özel yurt. (Bu sayılara yüksek öğretim dışında hizmet veren yurtlar dahil değil.) Öte yandan yurtlarda kalan öğrenci sayıları şöyle: Devlet yurdu: 310.000; özel yurt: 202.661. Yani yurtta kalan öğrencilerin sadece yüzde 39,5'i özel yurtta kalıyor. Bu ters orantı bize özel yurtların az öğrenci ile nasıl kar edebildiğini gösteriyor. Ayrıca özel yurtların şu anda neredeyse yüzde 50 doluluk kapasitesiyle çalıştığını belirtelim, müşteri sıkıntıları var.
Bahsi geçen raporda dikkati çeken bir diğer bilgi de TOKİ ve YURT-KUR işbirliği. Raporda “2013 yılında TOKİ’nin YURTKUR ile imzalamış olduğu protokole istinaden 40 ilde 64 adet 5 yıldızlı otel konforunda üniversite yurdu inşa edileceğine” dikkat çekilirken “özel sektörden de yurt yatırımı planlarıyla ilgili gelişmelerin yoğunlaştığı” ifade ediliyor.
Bu rapordan biraz daha eskiye gidersek 2009 yılında özel yurt yapımına teşvik getirildiğini görüyoruz. Haberde Kredi ve Yurtlar Kurumu'ndan sorumlu Devlet Bakanı Faruk Özak'ın "81 ile üniversite kurduk. YÖK kontenjanları artırdı. Bu konuda sorumluluğumuz arttı. Özellikle `nasıl daha fazla yurt yaptırabiliriz', bunun çözümlerini aramaktayız. Yalnızca kamudan değil, özel sektöre özel bir teşvik getirerek bunu yapmanın yollarını aramaktayız. Bu konuda çalışmalarımızı ileride Meclisimize getirmeyi planlıyoruz" şeklindeki açıklamasına yer veriliyor. [4]
Konuyla ilgili daha birçok rakama ve çalışmaya ulaşabiliriz. Sonuçta birilerinin harıl harıl özel yurt olayını pompaladığı gerçeği karşımızda.
Gelelim kızlı-erkekli öğrenci evlerine. Tartışmada şimdi “öğrenci” kısmının altını çizmek gerekiyor. Başbakana göre öğrenci evlerinin en dayanılmaz kısmı bir yatağı iki kişinin paylaşması. Bundan rahatsızlığını da toplumsal sinir uçlarımızı cimcikleyerek belirtiyor. Rahatsızlığı biraz farklı bir açıdan da tercüme etmek istiyorum. İki kişinin ayrı yataklarda olması ikisinin bir yatakta olmasından daha karlı. Öğrencilere özel yurt vesilesiyle yatak satmayı aklına koymuşken yatak paylaşımını dert etmen veya ettirmen normal. Yatak paylaşımının karlı olabildiği tek durum öğrencilerin evlenmesi, çocuk üretmesidir ki onu da değerlendirip üniversite öğrencilerini evlendirmeye yönelik teşviki de peşi sıra sundu. [5]
Peki başbakan “özel yurt yapıyoruz çok karlı, çocuklarınızı buralara gönderin para kazanalım” deseydi toplumdan destek alabilir miydi? Almazdı, hatta tepki görürdü. Şimdi ise çok müsait bir pazarlama malzemesi var elinde: “ahlak”.
Bunun yerine şöyle sesleniyor: “Öğrenci evleri güvenli değil. Terör ve ahlaksızlık var. Kızlarımız kız mı kadın mı belli değil. Kepazelik, rezillik. Anneler babalar uyanın. Valiler, komşular göreve. Bunları evlerde barındırmayın. Bunlar devlet malı. Gelsinler özel yurtlarda kalsınlar. Ahlakımız kurtulsun”.
Bir taşla milyon tane kuş. Kadına baskıyı arttır, puslu havayı arttır, sana oy vermeyenler devletin sağ elini tutmayacaksa onları devletin sol eli CHP'de toplayıver, orta sınıfı çeşitli değerlerle kendine bağlanmış toplumun diğer kesimlerinden ayrıştır ve bu kesimlerin toplumsal değerlerini sömürüp palazlandır, Kürdistan'da karakol ve duvara dönüşmüş devlet zoruna karşı birleşen halkı ahlak tartışmasıyla ayrıştırmayı dene, polisin elini güçlendir ve özel yurtları heryere dik, daha da sayamadığım bir yığın marifet et.
Bütün bunların sonuna; dünya genelinde de gittikçe daha da saldırganlaşan neoliberalizmin siyasi iktidarların muhafazakarlığa (bizdeki temsiliyetleri AKP ve CHP) bürünmesiyle karşılandığını, bu rolün neoliberal politikaları halka yedirmek için uygun olduğunu belirtelim. Yani derdimiz sadece Erdoğan ve çaremiz sadece bir X kişisi olsaydı her şey çok kolay olurdu. Tersinden aslında böyle düşününce her şey bizler için çok daha zor oluyor. Kapitalizm ve neoliberal politikaların karşısında örgütlü bir halk olmanın, dayanışma kavramını öne çıkarmanın ihtiyacı büyüyor.
Dayanışmak
Madem ahlak tartışmasına mecbur kaldık, o zaman peşinen söyleyelim, dayanışmak ahlaken övülürken neoliberal aklın nefret ettiği bir şeydir. Onu ancak halkın sabrını arttıran ve kendi siyasetine rant sağlayan haliyle sever. Bu vesileyle cemaat evleri veya kurban bağışları veya kimse yok mu derneği benzeri kuruluşlar din öğesi yüzünden değil bunların öznesinin halk olmaması yüzünden eleştirilmeyi hakediyor. Öte yandan halkın ve sınıfın örgütlenişini kolaylaştıran dayanışma ağları ise bu ahlak pazarında terörize ediliyor ve ahlaksızlık olarak tanımlanıyor.
Neoliberalizm tüm kamu hizmetlerini ticarete açarken, en çok kamuda yer edinen orta sınıfı çok daha şiddetli etkiler. Akademisyenler, öğrenci gençler, doktorlar, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar vb. neoliberalizmle hızlı bir düşüş yaşayıp daha alttaki sınıflarla temas yaşarlar. O yüzden örneğin sınıf dayanışması bu açıdan büyük risktir. Çünkü orta sınıfın işçi sınıfıyla, yoksul kesimlerle, ezilenlerle, azınlıklarla, Kürt hareketiyle dayanışması kaçınılmazdır.
Öğrenci evlerine dönersek, evlerin en önemli özelliği öğrencilerin dayanışmak için bu evleri kurmuş olmasıdır. Barınma hakkı elinden alınmış öğrencilerin aslında bu evlerde ciddi bir çile çektiğini de unutmamak gerekir. Kira ve yemek derdiyle baş etmek için birarada yaşayan öğrenciler, özgürlüklerini de bu evde kazanırken büyük sıkıntılarla yüzleşirler. Ev sahiplerinin vampirleşmesi, komşuların insan yerine koymaması, itibarsız görülmeleri, hep bir utancın öznesiymiş gibi görünmez olmaya çalışmaları öğrenci evlerinin değişmez derdi olmuştur. Bir yandan da ailelerinin baskılarına veya ailelerinin para yetiştirme çilelerine tanık olurlar. İki göz odada 40 kişi sığmaya çalışırlar. Ve eğer onlara devlet bedava, insanca yaşamaya uygun konutlar sunsa neredeyse hepsi koşarak oraya yerleşirler. Barınma hakkı en çok öğrenci evlerindeki gençler için önemlidir.
Başbakanla büyük bir benzerlikle çoğu kişinin dile getirdiği gibi bu evler sadece gençlerin cinsel özgürlüklerini yaşama derdiyle ortaya çıkmadı. Zaten hazır cinsel özgürlük demişken, öğrenci evlerinden önce neden sevgilimizi aile evimize getiremediğimizi, neden öğrenci bir kadının “ey ev ahalisi size bir müjdem var hamileyim” diyemediğini, evlilikte tam olarak neyin kutsal olduğunu tartışmamız gerekir. Bu tartışmayı ille de zaten canı burnunda olan öğrenci evleri üzerinden yürütmek zorunda değiliz. Çünkü bu durumda apartman yöneticilerinin “kızlı-erkekli kalmayın” tehditlerine yeterli cevabı üretemiyoruz. Gönül ister ki bu insanlara özgürlükleri, insan haklarını hazır söz açılmışken bir çırpıda anlatabilelim. Lakin durum didişmeye doğru gidiyor. Oysa o komşuya belki yüzyüze belki bir mektupla, “biz geçinemiyoruz, yurt yok, özel yurt pahalı, perişanız, arkadaşlarımızla dayanışmak zorundayız, size de çocuk okutmak zor gelmiyor mu, masraflar daraltmıyor mu, bizimle uğraşmayın, bizi anlayın” minvalinde meram iletmek, onu dayanışmaya çağırmak mümkün değil mi?
Romantik ve belki de naif bir yöntem olsa da şu anki romantik tepkilerimizden daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Üstelik bu söylemin öğrenci örgütlülüğü tarafından geliştirilmesi, öğrenci evlerinin bulunduğu tüm apartmanlara iletilmesi başka bir etki de yaratabilir.
Sonuçta her fırsatta gırtlak gırtlağa gelmek yerine halkın dayanışması yolunda emek harcamak daha hayırlıdır gibi geliyor bana. Aksi taktirde devlet “Kürtler bir arada yaşayamazlar” diyerek Nusaybin'de utanç duvarı örerken “kızlar erkekler bir arada yaşayamazlar” demiş çok mu, noktası karşımıza çakılır kalır. Birimizin talebi karşısına başkasının talebi dikilir durur. Bunun yerine; neoliberal saldırganlığın ahlak pazarında heder olmak veya kadının da, Kürt'ün de, inanç gruplarının da, yoksulun da, aydının da, öğrencinin de derdinin ortak olduğunu görüp dayanışıp direnmek arasında kararlı bir tercih yapmak elzem görünüyor. Taraflaşma, kamplaşma, didişme, çıldırma haline kapılmak veya dayanışmak, sanırım bütün mesele bu. (MŞ/HK)