Bu yazıda, önce son yıllarda Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşların ardı ardına yoksulluk üzerine raporlar yayınlamaları ve yoksulluğu azaltıcı politikalar önermelerine yol açan süreç üzerinde duracağım. Ardından da, genellikle bu örgütlerin önerileri doğrultusunda, ülkemizde uygulanan ve kadınları hedef alan bazı yoksulluğu azaltıcı program ve politikaları değerlendirmeye çalışacağım.
Washington ve Post-Washington mutabakatı
1970'lerin sonlarında kapitalist sistem, neoliberal olarak adlandırılan dönemine evrilmeye başladı. Bu yeni düzenin yapı taşlarını oluşturan ve yaratıcıları tarafından vazgeçilmez olduğu iddia edilen varsayımların başında piyasaların üstünlüğü, devletin üretimden elini çekmesi ve sosyal refah devleti işlevini terk etmesi gerektiği ve gelişmekte olan ülkeler için tek alternatifin ihracatla büyüme olduğu geliyordu.
Bu çerçevede devletin işlevleri hukuksal düzeni ve asayişi korumak, istikrarı sağlamak ve üretim ve tüketimin genişlemesi için gerekli altyapıyı oluşturmak olarak saptanmıştı. 1970'lerin sonunda, borç krizini atlatabilmek ve ekonomileri için gerekli olan dövizi sağlayabilmek için gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğu IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlarla anlaşmalar imzaladı. Böylelikle, Washington Mutabakatı1 olarak da anılan bu yeniden yapılanma projesine katılmaya başladılar. Türkiye'nin Washington Mutabakatı ile karşılaşması, hepimizin bildiği gibi 1980'de gerçekleşti.
O tarihlerden beri bizim gibi birçok ülke gerek finansal açıdan gerek üretim ve tüketim açısından ekonomilerini küresel sermayeye eklemlemeye çalışıyor. Hâlâ sürmekte olan bu süreçte, gelişmiş ülkeler emek-yoğun üretimlerinin, bazen tümünü bazen de bir bölümünü ucuz emek ülkelerine kaydırıyor.
Bu ülkelerin içindeki en ucuz emek ise yereldeki toplumsal eşitsizliklerden faydalanılarak bulunuyor. Bu durum kadınlar, çocuklar, azınlıklar ve göçmenler gibi toplum içindeki güçsüzlerin ücretlerine, iş ve yaşam koşullarına yansıyor. Sermayenin hegemonyasını dünyaya yayma biçimi, çocuklarını bırakacak yeri olmadığı ya da ev dışında çalışmasına izin verilmediği için yok pahasına iş yapmaya hazır kadınların evlerinin içine kadar uzanıyor. Fabrikalarda dokunan kumaşlar, küçük atölyelerde dikiliyor, sonra evlere taşınarak çicekler, boncuklarla süsleniyor ve dünyanın diğer bir ucuna satılıyor.
Neoliberal düşünceyi oluşturan ekonomi politika, aynı zamanda, devletin kendisinin bir çıkar grubu olduğunu savunur. Kendi çıkarını halkın çıkarının üstünde tutan, her türlü kayırma ve rüşvet mekanizmasıyla beslenen bu kurum mümkün olan en daraltılmış hale getirilmelidir. Oysa, piyasaların sahibi yoktur, onlar kimsenin çıkarını gütmeden kendi başlarına çalışır, hepimiz için en iyisini gerçekleştirirler. Dolayısıyla, neoliberal kuram, politikacılar ve bürokratların sahip olduğu erk törpülendikçe ve yerini piyasalar aldıkça daha eşitlikçi bir büyümenin sağlanacağını varsayar. Ayrıca, bir yandan ihracatlarını artırarak, diğer yandan yabancı sermayenin yatırımlarıyla gelişecek olan ülkelerde büyümenin nimetleri çeşitli yollardan süzülerek en aşağıdakilere kadar inecek, böylelikle, piyasaların "özgürleşmesi", en üsttekilerden en alttakilere kadar herkesin daha iyi yaşamasını sağlayacaktır.
Devletin bir çıkar grubu oluşturduğu ya da belirli çıkar grupları yararına çalıştığı görüşü büyük oranda doğru olmakla beraber, piyasaların sahibinin olmadığı, ekonominin politikadan bağımsız, kendi başına çalışan bir mekanizma olduğu görüşü kabul edilemez. Piyasalar, farklı politik tercihlerin farklı olarak kurgulayabilecekleri mekanizmalardır. Günümüzde, piyasaların neoliberal kurgusu sayesinde dünya ticaretinin üçte ikisini 500 ulusötesi şirket kontrol eder duruma gelmiştir. Diğer yandan, gerek dış ticaretini gerek finans sektörünü, neredeyse koşulsuz olarak sermayenin hizmetine açan ülkeler ise sonu olmayan bir rekabet sarmalının içine girmiş, daha ucuza araba, bornoz, ayakkabı satmak için birbirleriyle kıran kırana çarpışan ülkeler haline dönüşmüşlerdir.
Daha ve daha ucuz satabilmek ise devlete en az ya da hiç vergi ödememekle ve işçileri daha düşük ücretle çalıştırmakla mümkün olmaktadır. Devlet harcamalarını kısarsa işveren üzerindeki vergi yükünü hafifletebilir. Harcamaların en hızlı kesilebildiği yerler de, genelde eğitim ve sağlık alanları oluyor. Neoliberal kurgu, en alttakileri iki açıdan kıstırmaya devam ediyor. Bir yandan ücretler düşüyor, diğer yandan ise eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçlar gittikçe artan oranda para karşılığı alınır duruma geliyor. Bütün bunlar, bize ülkemizin uluslararası rekabette tutunabilmesi için katlanılması gerekli durumlar olarak sunuluyor. Katlanmaz isek işimizi Çinlilere kaptırmamız an meselesi. O nedenle halimize şükretmekten başka yapacak bir şey yok. Ne de olsa ne yaptığını en iyi bilenler piyasalar!
1990'ların başına gelindiğinde Washington Mutabakatı'nın "piyasaların özgürleştirilmesi" projesi sorunlarla karşı karşıya geldi. Araştırmalar, Dünya ekonomisinin neoliberal dönemde, bir önceki döneme göre, hem daha az büyüdüğünü hem de istikrarsız bir performans sergilediğini gösteriyordu. Hem zengin ve fakir ülkeler arasındaki gelir eşitsizliği, hem de ülkeler içindeki gelir eşitsizliği artmıştı. Bir dönem ortalamanın üzerinde büyüyen ülkeler aniden büyük bir krizle karşı karşıya kalıp önemli oranda varlık kaybına uğradı. Krizler, küreselleşen bir dünyanın parçası olarak bulaşıcı bir hastalık gibi dünyayı dolaşmaya başladı. 1997 Asya krizi, 1998 Brezilya ve Rusya krizi, 2001 Arjantin ve Türkiye krizi. Üstelik, Türkiye de dahil olmak üzere bu ülkelerin bazıları Washington Mutabakatı'nın örnek olarak gösterdiği başarılı ülkeler arasındaydı. Bu süreçte ekonomileri göreli olarak iyi performans gösteren Çin ve Hindistan gibi ülkeler ise, Washington Mutabakatı'nın temel kurallarını Türkiye ya da Arjantin gibi harfiyen uygulamayan ülkeler oldu.
Öte yandan, birçok ülkede neoliberal politikaların gelir dağılımını bozucu, işsizliği artırıcı, sosyal güvenliği tahrip edici sonuçlarına karşı gösteriler ve protestolar yükseldi. 1994'de Meksika'da Zapatista hareketi başladı. Arjantin, Endonezya, Peru gibi birçok ülkede kitlesel protestolar yaygınlaştı. Ayrıca, 2000 yılında Seattle'da Dünya Ticaret Örgütü'nün (WTO) toplantısı sırasındaki protestolar Washington Mutabakatı'nın temel örgütleri olan IMF, Dünya Bankası ve WTO'yu hedef alıyordu. Küresel bir olgu olarak karşımıza çıkan neoliberalizme karşı alternatif küreselleşme hareketi doğdu. Diğer yandan Washington Mutabakatı'nın örgütlerinin içinden de eleştirel sesler yükselmeye başladı. İlk önce, Dünya Bankası'nın bazı uzmanları sistemin yoksulluğu ortadan kaldırmadığını hatta derinleştirdiğini dile getirdi.
Gerek söz konusu kuruluşların içinden gerek dışından gelen eleştiriler özellikle 1997 Asya krizinden sonra katı neoliberal politikaları biraz esnetme olarak nitelendirebilecek Post-Washington Mutabakatı'na altyapı oluşturdu. Bu mutabakatın belki de en önemli yeniliği, ülkelerin gelişme sürecinde devletlerin önemli bir rolü olduğunun kabul edilmesiydi. Devlet, işgücünün niteliğini artırmak için eğitim sağlama, teknolojinin geliştirilmesi ve transferi, altyapının sağlanması gibi alanların yanı sıra, yoksulluğu azaltmada da önemli bir aktör olmalıydı. Ancak, Post-Washington Mutabakatı'na göre devlet bu işlevlerini piyasa benzeri mekanizmalar yoluyla gerçekleştirmeliydi. O nedenle de bu dönemde yönetişim en öne çıkan konulardan biri oldu. Yani, devletin işlevlerini uygulama biçimi ve bu bağlamda hizmet götürmesi gereken toplum kesimleriyle kurduğu ilişkilerin niteliği önemliydi. Yoksulluğun azaltılması da insanların, piyasa kuralları içinde, kendi kendilerine yeterli olmalarının sağlanması yoluyla olmalıydı.
Neoliberal sistemin ruhunda devletin topladığı vergileri yeniden bölüşüm mekanizması içine sokmak, yüksek gelirliden daha fazla vergi alıp düşük gelirliye ya da hiç geliri olmayana vermek piyasaların üstünlüğüne müdahale etmek anlamına geliyordu ve son derece sakıncalıydı. Yani, Post-Washington Mutabakatı, bir anlamda piyasaların yoksulluk gibi konuların üstesinden gelemediğini kabul ediyor, ama bunun çözümünü yine neoliberal çerçeve dışına çıkmadan yapmak istiyordu. Şöyle ki, her vatandaşın hakkı olarak görülen bir sosyal güvenlik sistemi yerine yoksul kesime kaynak aktarımı, belirli kesimlere, belirli zamanlarda, belli koşullara uydukları takdirde verilen sosyal yardımlar biçimini aldı.
Ülkemizde uygulanan Şartlı Nakit Transferi, Yeşil Kart uygulaması gibi. Ayrıca, şirketlerin sosyal sorumluluk projeleri, hayırsever dernek ve vakıfların girişimleri gibi oluşumlar da yoksullukla mücadele mekanizmaları arasında yerini aldı. Bu bağlamda yoksulların eğitilmesi konusu en önemli meselelerden biri haline geldi. İnsanlar eğitildikçe iş bularak yoksulluktan kurtulacak, eğitimli kadınlar otomatik olarak güçlenip şiddetten ve yoksulluktan kurtulacak, topluma eşit vatandaşlar olarak katılabileceklerdi. Oysa, aslında yoksulların hepsi işsiz ya da eğitimsiz değildi. Peki, kimdi bu yoksullar?
Yoksul kim?
Bu soruya cevap vermek kolay değil.
-işsiz,
-işi olup da kazandığı ile çocuğunun karnını doyuramayan,
-Yeşil Kartı olduğu halde hastasını hastaneye kadar götürecek parası olmayan,
-köyüne gidip toprağını kullanmasına izin verilmese de köyde mülkü olduğu için Yeşil Kart bile alamayan,
-işi olan ve ailesini aç koymayan ama çocuğunu uzak bir ilde girmeye hak kazandığı bir üniversiteye parası yetmediği için gönderemeyen,
-evin tüm işi, çocukların bakımından arta kalan saatlerinde piko yaparak günde 2YTL kazanan,
-uluslarası anlaşmalar sonucu değişen tarımsal üretim koşulları nedeniyle ektiğiyle geçinemeyip, ülkenin diğer ucuna fındık toplamaya giderken yolda ölen ya da gittiği yerlerde linç edilmeye çalışılan,
-iş bulamadığı için çocuğunu büyük şehirlere inşaata ya da çöp toplamaya gönderen,
-âşık olduğu adamın peşinden gittikten sonra yarı yolda bırakıldığı ve kendisini geçindirecek iş bulamadığı için fahişelik yapmaya başlayan,
-başka bir ülkeden Türkiye'ye çalışmak ve memleketindeki ailesine para göndermek için gelip de fuhuşa sürüklenen,
-iş bulsa bile iki çocuğunu bırakacak bir yeri olmadığı için her gün kocasından dayak yemeye katlanan,
-zorunlu göçle köyünü, tarlasını bırakıp şehirde bir göz odaya tıkılmış, geçimini kaçak et satarak kazanan ve çocuğunu tuğla fabrikasında çalışmaya gönderen,
-kocasının mali durumu yoksulluk sınırının üzerinde olmasına rağmen bir çorap alabilmek için kocasına muhtaç olan ve çoğu kez de isteği ya geri çevrilen ya da türlü çeşitli şekillerde müsriflikle suçlanan.
Liste uzun, bunlar benim bu ülkede gözlemlediğim yaşantılardan bazıları. Bu yaşantılar bize, yoksulluğun, sadece gelir düzeyinin belli bir miktarın altında olması ile açıklanamayacağını gösteriyor. Dolayısıyla, yoksulluğun, gelirin artması ya da gelir bölüşümündeki eşitsizliğin düzelmesi ile ortadan kalkmasını beklemek de doğru değil. Yoksulluk gelir düşüklüğünün toplum içinde varolan eşitsizlik ve dışlanma biçimleri ile kesiştiği bir durum. Oysa, bir sonraki bölümde değerlendireceğim, Türkiye'de yoksullukla mücadele yöntemi olarak sunulan iki program da kadınların gelirlerini artırmaya yönelik. Bu programların en başta gelen varsayımları ise kadınların gelirlerinin artması ile hem yoksulluktan kurtulacakları hem de "güçlenerek" toplumun eşit bir vatandaşı olma yolunda önemli mesafeler katedecekleri.
Kadınlar bunun neresinde?
Günümüzde, yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadele programlarından birçoğu kadınlara yönelik. Ben aşağıda bu programlardan ikisini ele alacağım; biri mikrokredi programları, diğeri ise girişimci yetiştirme kursları. İlginç bir şekilde, gerek mikrokredi gerekse kadın girişimciliği destekleme programları, Türkiye ile benzer gelişmişlik düzeyinde olan ülkelerde yirmi yıldan fazladır uygulandığı halde, Türkiye'ye bir hayli geç girdi. Bu programlar, 1990'lı yılların sonlarında iki sürecin örtüşmesiyle ivme kazandı. Birincisi, kadın örgütlerinin "bilinç yükseltme", "farkındalık oluşturma" gibi grup çalışmalarına katılan kadınların önemli bir bölümü bu gruplara katıldıktan bir süre sonra bir işe girip para kazanmak istediklerini ifade ediyordu.
Ne var ki, hem bu kadınların çevrelerindeki işler yok denecek kadar azdı, hem de varolan işlere kadın işçi istenmiyordu. İkinci olarak, bazı uluslararası kuruluşlar, Post-Washington Mutabakatı çerçevesinde kadınların girişimciliğe özendirilmesinin yoksulluk ve işsizliğin azaltılması ve kadınların güçlendirilmesine katkısı olacağı düşüncesiyle kadın girişimciliği konusunda proje yapılmasını teşvik etmeye başladı. Kadın örgütleri iş bulamayan kadınların baskısı ile karşılaştığı bir zamanda, uluslararası fon kuruluşları kadın girişimciliğini geliştirmek için proje başvuru çağrısında bulunuyordu. Bu iki süreç örtüşünce, alternatifler üzerinde fazla düşünmeden proje başvuru çağrılarına yanıt verilmeye başlandı.
Elbette bu programların arka planında da neoliberal kapitalizmin varsayımları yer alıyor. Bu varsayımların en başında gelen de kadın olsun, erkek olsun girişimci denen kişinin piyasa kurallarına uyması gerektiği ve ancak bu kurallara uyulduğu takdirde başarılı olunabileceğidir. Bu nedenle de, bu eğitim programlarında katılımcılara daha çok piyasanın kuralları ve bu kurallara uymak için gerekli muhasebe teknikleri gibi konular öğretilir. Ne var ki, piyasa denen mekanizmanın içinde türlü çeşitli eşitsizlikler, ayrımcı pratikler kadınların aleyhine işleyip durmaktadır.
Kadın girişimci eğitim programlarını uygulayan birçok kadın örgütü ve bu eğitimleri alan kadınların deneyimleri, bu programlar vasıtasıyla kadınların başarılı birer girişimci olma olasılığının son derece düşük olduğunu göstermektedir. Eğitimi bitiren kadınlar en başta sermaye bulmakta sıkıntı çekmektedir. Aileler ellerinde olan parayı erkek çocukları bir iş kursun diye verirler. Kadınların küçük birikimleri veya bulabildikleri borç parayla (mikrokredi de olabilir) yapabilecekleri işler son derece kısıtlıdır.
Çünkü onlar, erkek kardeşleri gibi küçük yaşta kaportacı ya da marangoz yanına çırak olarak verilmemiş, kendilerine para kazandıracak bir meslek öğrenememişlerdir. Çocukken onlara düşen ev işlerinde annelerine yardım etmek, tarlada çalışmak ve kardeşlerine bakmaktır. Evlendikten sonra da aynı şeyleri yapmak zorunda kalırlar. Hep çalışmışlar, hiç para kazanamamışlardır. Ne var ki, para kazanmak da bir tecrübe işidir.
O zaman akla gelen ilk iş en iyi bildikleri, yani ev işleri benzeri işler olur. Dantel işlemek, kazak örmek, mum yapmak, mutfak işletmek, kilim atölyesi açmak, çocuk bakıcısı ve temizlik işleri için aracılık yapan işyeri açmak gibi. Bu işler de, her nedense, en az para kazanılan işlerdir. Ayrıca, bu işleri gittikçe artan sayıda kadının yapması talep edilenden çok mal üretimine neden olur ve kadınlar sonuçta mallarını satamaz duruma gelir ya da rakiplerinden hep daha ucuza satmak zorunda kalırlar. Üstelik Washington Mutabakatı sayesinde de artık Çinli hemcinsleri ile rakip konumuna gelmiş bulunuyorlar.
Öte yandan, kadın örgütleri, ne girişimci yetiştirme ne de işçi bulma kuruluşlarıdır. Bu işleri yapmakla yükümlü, insan kaynağı ve mali kaynaklarla donatılmış kurum ve kuruluşlar görevlerini yerine getirmediği için, söz konusu işleri üstlenmiş bulunmaktadırlar. Yine kadınların girişimci olmasını teşvik eden diğer bir oluşum mikrokredi programlarıdır.
2000'li yılların başında uluslarası finans kurumlarının desteğiyle, açış konuşmalarından birini Kemal Unakıtan'ın yaptığı Türkiye'deki bankacılık sektörüne mikrokredi konusunu tanıtmak için bir toplantı yapılmıştı. Uluslararası finans kurumları Türkiye'deki ticari bankalara mikrokredi vermekten korkmamaları gerektiğini, genel kanı öyle olmasa da, aslında yoksulların borçlarına çok sadık olduklarını, bu nedenle mikrokredinin kârlı bir alan olduğunu, eğer Türkiye'deki bankalar bu işe girerse kendilerinin de sermaye yatırabileceğini anlatıyordu.
Zamanın Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da konuşmasında mikrokredi alanına destek vererek "herhalde sizden vergi falan almayız" dedi. Yıllardır mikrokredi programları uygulayan birçok ülkeden katılımcılar vardı. Bu alandaki pratik uygulamaları bizim bankacılara aktarıyorlardı. Hiç unutmam, Mısırlı temsilci kendi bankasının mikrokredi konusundaki başarılarından söz ederken, konuşmasının bir yerinde önemli bir deneyimini aktardı. Bu işe başladıklarında, bankaya girip çıkan mikrokredi müşterilerinin giyim ve davranışlarından "normal" müşterilerinin nasıl rahatsız olduğunu ve bu duruma çare olarak da mikrokredi müşterileri için bankanın arka tarafında özel bir kapı yaptırmak zorunda kaldıklarını anlattı.
Bütün sunuşlar bittikten sonra tartışma bölümü başladı ve o saate kadar bütün anlatılanları büyük bir sessizlikle dinleyen Türkiyeli bankacılardan biri söz istedi. "Ben, birşeyi anlamıyorum. Herşey güzel hoş da, bizim hükümetimiz kayıtdışına savaş açtı, şimdi siz bizden kayıtdışı sektöre kredi vermemizi mi istiyorsunuz?" dedi.
Biz sorunun cevabını beklerken, uluslarası finans kuruluşlarının temsilcileri geçirdikleri hafif bir şaşkınlığın ardından, sanki soruyu hiç duymamış gibi mikrokredinin nimetlerini anlatmaya devam ettiler. Daha büyük şaşkınlığı ertesi günkü gazeteleri okurken ben yaşadım. Gazetenin bir sayfasında Maliye Bakanı'nın mikrokredi toplantısını açarken yaptığı konuşma ve vergi ile ilgili söylediği sözler yer alıyordu, diğer bir sayfasında ise aynı gün gittiği başka bir toplantıda yaptığı konuşmadan bir alıntı vardı: "Hükümet olarak kayıtdışını ortadan kaldırmaya kararlıyız. Herkes üstüne düşen vergiyi ödeyecek".
Bu toplantı, bence iki dinamiği görmek açısından önemli. Birincisi, kapitalizmin yapısal işleyişi ve küresel ekonomiye eklemlenme süreci gittikçe politika alanını daraltıyor. O nedenle de, politikacılar, isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek, gittikçe artan oranda sözlerini tutamayacakları konularda çelişkili mesajlar veriyorlar. İkincisi ise, neoliberal kapitalizmin yoksullukla mücadelesinin aslında yoksulluğu ortadan kaldırmaktan çok yoksulları topluma entegre ediyormuş gibi yapıp arka kapılara göndermekle sınırlı olduğu. Neoliberal kapitalizm yoksulları kendi yoksullukları ile başa çıkabilen uysal vatandaşlar haline dönüştürmeye çalışıyor. Ayrıca, varolan piyasa kurallarına göre oynamak zorunda kaldıkları için de, işleri bozulduğu ve yoksulluğa düştükleri zaman da yine onlar suçlu oluyor.
Neoliberallere şu soruları yöneltebiliriz: Bu piyasalar ne menem mekanizmalardır ki kendi başlarına bırakıldıklarında belirli bir iş alanında üretime geçemeyip, istihdam yaratamamaktadırlar. Halbuki, örneğin aynı alanda mikrokredi alan bir kadının üretim yapması ve para kazanması ve hatta normal banka faizinden daha yüksek bir faizle borcunu ödemesi beklenmektedir. İkinci bir soru, bir yandan şirketlerin arasında haksız rekabet oluşmasın diye herkesin yasal vergilerini ödemesini şart koşar, kayıtdışının ortadan kaldırılması için çeşitli mesajlar verirken, kayıtdışı iş yapacağı apaçık olan bir kadına kredi verilerek desteklenmesi önerilir?2 Bir soru daha, 1970'lerden beri 175'ten fazla ülkede 100 milyondan fazla aileye dağıtıldığı söylenen mikrokredi3 bu ülkelerde niye hâlâ yoksulluğu azaltmakta başarılı olamamıştır?
Bu iki programda da yoksulluğa yaklaşım kadınlar üzerinden olmasının başlıca iki nedeni var. Biri, mikrokredi programında paranın krediyi veren program ya da kuruluşa geri dönüşü programın sürdürülebilirliği açısından elzem. Sonuçta mikrokredi bir bağış ya da sosyal fon değil. Kadınların ise erkeklere göre borçlarına daha sadık olduğu biliniyor. Ayrıca, genel olarak erkekler gibi hareket kabiliyetleri yok. Çocuklarıyla birlikte hareket ettikleri için borçlarını ödemeden yerlerini terk etme olasılıkları çok düşük. Yine, erkekler işlerinden kazandıkları paranın bir bölümünü kendi isteklerini karşılamak için harcarken, kadınların hemen hemen gelirlerinin tamamını çocuklarına ve ailelerinin temel gereksinmelerine harcadıkları görülüyor.
Patriyarkal-neoliberal kapitalist sistem, eğitim sorununu hayırseverlerin yardımı ve Haydi Kızlar Okula kampanyalarıyla, yoksulların ihtiyaçlarını "sosyal sorumluluk" sahibi şirketlerin topladığı kullanılmış giysilerle ya da mikrokredi programları ile çözmeye çalışıyor. Ayrıca bu program ve projelerin devamı projenin süresi ile sınırlı.
Bu nedenle, yardım alan kişi ve grupların kendilerine verilen yardımı bir hak olarak görmeleri de mümkün değil. Aynı şekilde, hizmet sağlanan kişi ve grupların bu faaliyetleri sorgulama, düzeltilmesini ve değiştirilmesini önerme gibi bir hakları da yok. Yoksullukla mücadele stratejisi olarak seçilen bu uygulamaların aslında neoliberal sistem eleştirisi açısından baktığımızda ne denli zayıf mekanizmalar olduğunu görmek zor değil.
Ancak, bu kredileri ve eğitimleri alan kadınlar açısından baktığımızda durum çelişkili. Bu programlar, bazı kadınların yaşamını daha zorlaştırır, iş yüklerini artırır, kurdukları iş başarısız olduğunda borç altına girmelerine yol açarken, az sayıda kadın içinse gelirini bir nebze de olsa artırma, çocuğunun okul giderlerini karşılama ve özgüven kazanma gibi sonuçlara yol açabiliyor. Bu programları değerlendirirken bu çelişkili durumu gözden kaçırmamak gerek. Ben de bu yazıyı bu programları karalamak ve ortadan kaldırılması gereken projeler olarak baktığım için yazmadım. Sadece günümüz dünyasında işlevlerinin ve sınırlarının ne olduğunu gösterebilmeye çalıştım. (ŞÖ/EÜ)
* Şemsa Özar'ın yazısını Amargi'nin 2007 güz sayısından alıntıladık.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
[1] Washington Mutabakatı kavramı, literatürde, merkezleri Washington'da bulunan IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazinesi gibi kuruluşların üzerinde görüş birliğine vardığı, ekonomik kriz içinde olan ülkelere dayatılan bir dizi standart ekonomik politikayı ifade etmek için kullanılmaktadır.
[2] Burada benim bütün kayıtdışı işlerin ortadan kaldırılması gerektiğini savunduğum sanılmasın. Bu noktada göstermek istediğim neoliberal kapitalist sistemin çelişkisi.
[3] "'Fakirlerin babası Yunus' Türkiye'de yoksullukla mücadele dersi verecek", Radikal, 06.07.2007.