Antonio (Toni) Negri dün (16 Aralık) bizlere veda etti. Yazarın ölümsüzlüğünün, ardında bıraktığı eserler ile gerçekleştiği söylenir; böyle bir ölümsüzlük var ise Negri yaşamındaki üretkenliği ile bu ölümsüzlüğe yaşarken kavuşmuş olanlardan idi.
Hayatını önce Marksist sonra ise post-Marksist çalışmalar ile sürdüren Negri’nin Padova’da biçimlenen ve Paris’te nihayetlenen hayatı aslında bizlere genel anlamda da politik felsefe ve politik mücadelenin süreci ve serüveni hakkında bilgi ve fikir veriyor.
Birçok sosyalist düşünürün başına gelen terörizm suçlaması Negri’den de beri kalmadı ve ömrünün önemli bir kısmını cezaevi ve sürgünde geçirdi. Hakkındaki suçlamalar düşse dahi cezaevinde geçirdiği süre ve yaşamı boyunca peşini bırakmayan suçlamalar bizlere Batı demokrasinin nasıl bir diktatörlük-demokrasi diyalektiğine tabi olduğunu, diktatörlük ile demokrasinin birbirlerinden ayrı değil tam aksine aynı sürecin uğrak noktaları olduklarını gösteriyor.
Antonio Negri kimdir?
İmparatorluk
Negri’yi sanırım birçoğumuz gibi “İmparatorluk” eseri vesilesi ile tanıyanlardanım. Marx çizgisine yakınım. Kitaptaki bazı noktaları sorunlu bulsam da tam da bu nedenle bizzat vefatından sonra hakkında yazılanlara dayanarak birkaç noktanın altını çizmek istiyorum. “İmparatorluk” adlı eserinde (bu önemli kitabın Hardt ve Negri olarak yazıldığını akıldan çıkarmamak kaydı ile Negri üzerinden yazıyorum) tikelleşen küreselliğin kaçınılmaz olarak çokluk da ürettiğini ve bu çokluğun sanat ve arzu/eylem ile dönüşüm fırsatları sunduğunu dile getirmesi eserin en önemli yanlarından. Eserde Foucault, Deleuze ve Spinoza esintileri sürekli önümüze çıkıyordu.
Genelde eleştirel baktığım bu çizgide -Spinoza hariç diyebilirim- hakkını teslim etmem gereken bir husus ise Spinoza, Deleuze ve hatta Foucault’nun okunuş ve yorumlanma tarzı. Biyopolitika, makina gibi Foucault-Deleuze kavramlarının bolca yer aldığı eser daha sonraki “Çokluk” ve “Meclis” gibi çalışmaların da müjdeleyicisi idi.
Merkezi olmayan yönetim yapıları ve kolektif eylemler aracılığı ile alternatif toplumsal ve ekonomik yapılar inşa etme çabaları noktasında Negri’ye sosyalist sol diye tanımlayabileceğimiz, daha dar kapsamda Marksist-Leninist çevrelerden oldukça eleştiri gelmesi hem kaçınılmaz hem de ideolojik anlamda gerekli olan tavırlardı. Ancak bu eleştirelliğin niteliğini ‘ya o ya bu’ya indirgeyen anlayışların günümüzde de hiç değişmediğini gözlemlemek hem üzücü hem de dönüştürücü güçlerdeki ortaya koyması açısından dönüştürücü sürecin de tıkanık halde olduğunu tekrar gösteriyor.
Bu durum bizlere adeta olumsuzlamanın da aslında olumlu bir yanı olduğunun idrak edilmemiş olduğunu gösteriyor.
Negri’nin derdi
Malum, Negri ile Wallerstein İmparatorluk – Dünya Sistemi açılımları konusunda birbirleri ile uyuşmadılar. Negri felsefi çerçevede -bana göre yanlış bir biçimde- Hegelci çizgiden, ekonomi politik çerçevesinde de Wallerstein ve Arrighi gibi isimlerin görüşlerine uzaktı. Her ne kadar bazı sorunlu yanlarına rağmen Wallerstein’ın önermeleri bana daha makul gelse de Negri hakkında onun postmodernizme boyun eğen birisi olarak yaftalanması kabul edilir bir durum değil.
Postmodernizmin ve post-yapısalcılığın ender olumlu yanlarından birisi büyük hikâye ve anlatılara vurdukları neşterdir. Oysa Negri’nin derdi postmodernizmin hakimiyetini tasdik değil; tam aksine üretici güçler ve üretim ilişkilerindeki değişime istinaden bunu dönüştürücü eylem ve teoriye taşımamanın verdiği sorunları dile getirmek ve tartışmak idi. Wallerstein örneğini vermem de bu yüzden. Keza Marcuse, Badiou, Zizek; bunların hepsini tek kalemde kestirip atan bir anlayışın en sorunlu tarafı kendi düşünsel çerçevesi. Örneğin Marcuse açık açık işçi sınıfının kendi döneminde de hâlen en önemli dönüştürücü sınıf olmasının altını çizmesine ve öğrenci hareketlerinin kendi başına devrim yapacak bir güç içermediğini söylemesine rağmen, işçi sınıfının devrimci rolünü reddettiği gibi suçlamalara maruz kalması ideolojik anlamda anlaşılabilir. Ancak bunun ne toplumsal dönüşüm pratiği ne de bilimsel düşünce adına geçerli bir yanı var.
Sancılı insanlar hem sancılara değinir hem de sancılı fikirler öne sürerler. Şurası kaçınılmazdır ki öne sürdükleri fikirlerin kimileri doğru kimileri de yanlış olur. Örneğin kendi adıma Negri’nin çokluğa atfettiği potansiyeli “abarttığını” son on yılların pratiğine bakarak ileri sürebilirim. Nitelikleri gereği toplumsal dönüşüm konusunda uzlaşmacı-dönüştürücü ayrımını yeterli bir biçimde kapsamayan bir analitik çerçeve ortaya koyduğunu düşünürüm. Dönüştürücü sınıflar anlamında yaptığı tespitlerin, sanata biçtiği aşırı rolün, arzular politikasının çıkmaz yanlarını dile getirebilirim. Ancak bu onun reel sosyalizm diye adlandırılan döneme dair yanlışları doğru bir biçimde aktardığı, sosyalist bir toplumun o uygulamalardan bambaşka bir toplum olması gerektiğini söylerken haklı olduğu gerçeğini gölgelememeli.
İdeolojinin kaçınılmaz bir donuklaştırıcı yanı olduğunu, bilimsel düşünce ile arasında kaçınılmaz bir boşluk kalacağını kabul ederim; ancak bu boşluğu asgari düzeyde tutabilmenin mümkün olduğuna da inanırım. Bunu yapabilmenin yolu da Osmanlı reddiyesi yapmaktan değil, tarihte gerçekleşen ve gerçekleşmekte olan toplumsal pratik ve teorinin doğru olanı ile yanlış olanını ayırt edebilmekten geçiyor. Bu ayırt edebilme yetisi ise toptan reddiyeden değil söylenenlerin analitik ve tarihsel süreç bazında ele alınması ile mümkün olabilir. Aslında buna en iyi örnek belki de Marx’ın kendisi.
Aufhebung
Marx’ın “Kapital”de nasıl Spinoza’ya ölmüş eşek muamelesi yapıldı ise kendi zamanında da Hegel’e aynı şeyin yapıldığını söyleyerek kendisini Hegel’in öğrencisi olarak ilan ettiğini hatırlayalım. Hegel’le belirli konularda tamamen ters durumda olan birisinin kendisini onun öğrencisi olarak ifade etmesi aslında düşünenler açısından çok anlamlı bir ifadedir. Almanca o meşhur çok-anlamlı ‘Aufhebung’ (kapsayarak aşma diyelim tek anlamı olmasa da) kelimesinin bir tezahürüdür.
Negri’nin yazdıklarını ‘Otur, sıfır’ deyip o konularda fikir üretmek yerine ve sürekli toplumsal eleştirellik ve pratiği kutsal metinlere uydurmak yerine yaşamın sürekli sunduğu potansiyele uygun bir devinim içinde olmak gerekli. Negri’nin fikirlerine katılıp katılmamam bir yana, onda değerli bulduğum yan bu oldu hep. ‘Nasıl olur da dünyanın birçok yerinde mevcut birçok muhalif hareket, kolektif bir hale kavuşabilir?’ sorusu zihnini ömrü boyunca meşgul etmiş bir düşünürden bahsediyoruz.
Çokluk, köksap (rizom) henüz büyük bir momentum yaratmadı ancak özyönetim ve halk savunması anlamında çok değerli pratik ve teorileri gözlemledik. Rojava’da gözlemledik, Chiapas’ta gözlemledik ve ikisinde de gözlemlemeye devam ediyoruz. Bir şeye dikkat edilmeli ki bence entelektüelin sorumluluğudur bu: Negri ne Rojava’ya ne de Chiapas’a önemli bir katkı sundu. Her sorumlu entelektüel gibi destekledi. Ancak Negri ve entelektüellere katkı yapan tam tersine Rojava ve Chiapas pratikleridir. Aksini düşünmek idealize etmektir Negri’yi ve düşüncesini. Bugün bir kısım entelektüel -sayılarının artması dileği ile- Rojava ve Chiapas’taki “oluş”ları destekliyorsa bu, onlara bu hareketlerin yaptıkları düşünsel katkının ürünüdür. Bazen insan kendini Negri ve Zizek gibi isimlere radikal sert bakışların arkasına onların Rojava konusunda farklı bir yerde konumlandıkları ile de ilgili olup olmadığını düşünmüyor değil -ki kendim Zizek’in NATO konusundaki görüşlerini eleştirenlerdenim-.
Velhasıl, ardında önemli eserler bırakıp gitti Negri de… Marx, Engels, Marcuse, Wallerstein ve diğerleri gibi. Bize düşen bu insanların derdini ve çabasını olabildiğince doğru anlamaya çalışmak olmalı. Belki de dudak bükülen toplumsal hareketlerin dudak bükenlerin hareketsizliği karşısındaki konumu başlı başına bir düşünme alanı oluşturuyor. Zizek’in son dönemlerde özellikle dile getirdiği kronik apatiden, kayıtsızlıktan çıkabilmek, yeniden düşünmek ve bu düşünceye eşlik eden pratiğin sürekli düşünce ile değerlendirilmesi ve zenginleştirilmesi ile mümkün olabilir.
Zaten zor durumda olan toplumsal muhalefet alanının cılız ideolojik zeminlerin ötesine geçmesi en gerekli adımdır; zira sermaye ve küresellik o alanların çok ötesine taştı ve muhalif çerçevenin de bunu gerçekleştirmesi hem zorunluluk hem de bir görev – daha da geç olmadan…
Güle güle Toni! (CK/TY)