Aylardır, Türkiye’de tek dert herkesin siyasi politikasını avaz avaz bağırması oldu. Yüksek perdeden ferevanlar, içlenmeler, mitingler, doktrinler, kızım kızım kızmalar arasında ilk gerçek milliyetçiliğimizi doğurmakta olduğumuzu farketmedik. Türkü de Kürdü de, nefret ihtiyacı içinde bu milliyetçilik; ki ilk kez bu kadar kökten biçimde dipten ve toplumun en içinden...
Sahi, bir de harfler vardı
Affedersiniz, hayat, kendimizi tanımlamak için harflerden oluşurduğumuz kısaltmalardan ibaret mi? Birkaç harf, "sözde" etnik, dinsel, partizan sahipleniş kader mi?
Hepimiz insanız herşeyden önce; işte bu gerçeğe; hiçbirimiz de karşı çıkamaz vallahi billahi, ama gelin görün ki, biz milliyetlerin, dinlerin; onlar da yetmez birşeylerin muhakkak böldüğü, nefret ve "temizlemek" için silah ihtiyacı içinde insanlarız.
Girdaba kapılmak için azıcık sosyolojik, azıcık siyasi provokasyona ihtiyacmız var. Meğer de, bir parça daha gerçek bir korkuyla, Malezya değil, Irak mı oluyoruz bu sefer? Ne var ki, çekici bir seyahat değil ki, kimse Irak saha araştırmasına gitmiyor. Şii, Sünni, Kürt, Arap, Türkmen, Yahudi, Hıristiyan herkes birbirini kesince hoş bir görüntü olmuyor galiba...
ABD'den İsrail’den hem nefret ediyoruz, hem de güç bakımından tam da onlar gibi olmak istiyoruz ama kimse o ülkelerin"düşmanlarının" boğazlarına elleriyle sarılmak zorunda kalan askerlerinin yaşadığı insani depremleri anlatan kitapları, merak edip araştırmıyor. Can düşmanını, bir can olsa da öldürmek nasıl bir histir? Bundan insan bir ömür, bir canı almaktan yani, nasıl ‘iyileşir’?
Bu soruyu sorduğu an insan asker olamaz.
Ama bir an, düşününce; ister "pozitif" ister "negatif" milliyetçi olalım, ister sağcı ister solcu, kendi içine gömük "karşı taraf" bellediğinden bayıla bayıla nefret eden heyecan müptelaları olmak dışında başka birşey yapıyor muyuz? Af buyurun; can candır.
Bir tokat çarpsın yüzümüze ama; bir canın milliyeti, dini, kimliği var mıdır? Ölen herkes, bir gün emekleyen bebekti.
Milliyetçilik...
Türkiye’nin milliyetçi bir ülke olduğu söylenir durur. Oysa şimdiye kadar, hep devletin ideolojik aygıtı olan bir milliyetçilik söz konusu idi. Evet, “Ne olacak bu milletin hali?” sorusuna olan neredeyse marazi tutku, Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyılının sonunda bu yana hep varola geldi. Denebilir ki, Osmanlı ordusunun "vatana ihanet etmeyecek has Anadolu evlatlarından oluşması" istendiği günden bu yana sadık, savaşçı ve tekil bir milliyetin hizmetinde bir ülke arayışı hiç bitmedi. Ama milliyetçilik ideolojisinin gerektirdiği ayrılık gayrılık, imparatorluğun da, yek olması istenen insan topluğunun da ruhunda, zihninde yoktu. Osmanlı, herkesin beraber ve mesut yaşadığı o hayal dünyası olmadı belki ama zaten o zaman ulus devlet olarak bilinen kavram da yoktu. Seve dövüşe, yoldaşlık ede edemeye bir şekilde halklar beraber yaşıyordu, hükümdarlar da bunu sağlamaya mecbur idi.
Ulus devlet kavramı ortaya çıkıp imparatorlukları küçük küçük doğrayınca, halka halka olan halkları zamklamak şart oldu. Kızgınlık, daha da iyisi öfke en iyi siyasi tutkal diye keşfetmek deha gerektirmiyordu. Acaba bu yüzden mi, sosyolog Ernest Gellner’in dediği gibi, “milliyetçiliğin büyük düşünürleri yoktur”.
Neticede, gerçekten de milliyetçiliğin "ağa babası" sayılacak düşünürlerinin eserlerini dünya yüzünden silseniz, yeri dolmayacak müthiş bir kayıp olmuyordu. Daha doğrusu gerçekten düşünürseniz...
Belki de bu yüzden, Türk milliyetçiliğinin ilk sağlam teorik belkemiği Macar milliyetçiliği ve Orta Asya’dan gelen medeniyetin Batı medeniyetine taş çıkartmasına ilişkin sayıklamalar oldu. Elbette bu kadar basit değil. Ama gerçek pan-Türkism idealistleri; kolaysa gelin koyu (günümüz) milliyetçilerinden soyutlayın...
Dünyanın milliyetçilik yüzünden acı çeken sayısız Türk/Kürt/daha neler neler milliyetçiliklerinden ötede bir yerde düşünün...
Milyonlarca can, milliyetçiliğe nefer yiterken, değil düşünürlerin adını milletlerin adını değiştirseniz bile, milliyetçiliğin temel fikrinde birşey farketmiyor. Sen varsın, sana kasteden öteki var; ya sen ya o...
Bir de ikiz milliyetçilikler var. Tarihi olarak kim en medeni, kimin en gerçek kuruluş miti vardı tartışması var... Dibini araştırınca da, geriye "ateşi de biz bulduk" noktasına gelen bir bencillik var her milliyetçilikte. Peki o zaman, neden veryansın yerini mantığa, milliyetçilik yerini insaniyete bırakmıyor?
Sözün başladığı yer...
Çünkü, milliyetçilik kendini yorarak düşünmek, akıl üretmek ve zeka üzerine değil duygularla hareket edip galeyana gelmek üzerine kurulu. Zahmetsizce birleştirici. Bir bayrağı ele alınca bin ayıp örtmek, konuşmadan doya doya kızmak, nefret etmek ama o ne kadar rahatlatıcı olan şekilde kırıp dökmek, bir kavgada tabaklar fırlatırcasına kurşunları saydırmak mümkün.
O zaman ben de bir Türkiyeli olarak misiliyle karşılık veriyorum; bir de, buradan buyrun duygusal perdeden...Birileri de sessiz sedasız topsuz tüfeksiz diyor ki...Kürt kardeşim; siyasetin bugünün dertlerinin üzerinde bir yerde sen benim kardeşimsin. Biz bu kardeşliği, tıpkı aile bağları gibi seçmedik. Böyle doğduk. Ama tıpkı, kardeşler gibi aynı kaderle bağlıyız. Birimizi vuran ötekimizi de vurdu, vuruyor, vuracak. Ötemiz berimiz kan...
O yüzden bil ki, sen benim hem doğum hem kuzeyim hem güneyim hem doğum hem batımsın. Seçmeden bağlandık; bil ki ben buradayım. O yüzden kimse sözün bittiği yer demesin. Söz, daha henüz başlıyordu. Tepelerde, sokaklarda kim ne derse desin, gel biz sözleşelim, bağıra çağıra konuşalım. Ama sadece kelimelerle.
Ben, seni kardeşim; bir yerlerdeki can parçam gibi görüyorum. Sanma ki, ben acı çekmiyorum. İnan ki, kilometreler de farketmiyor...Ben Yüksekova’dayım. Ben Şırnak’tayım. Ben, ora buradayım. Ben, sen neredeysen, oradayım...Yolu biliyorum; inan inanma, ben kadersizlikdaşınım.
Tesadüfen iki dili bir kılalım, kılı kırk yaralım; sanıyor musum ki dünya sana bana kol kanat gerip, insanların hakkına kol kanat gerecek? Bir-iki defa manşet olmuşuz birbirmizi boğazlarken, sonra bakmışsın kimsenin derdi değil...
Gel, biz beraber zarları atıp, sözlenelim... Çok mu? Biz canız, gel dünyaya örnek barışan kardeşler olalım. Gel dünyaya örnek olalım...Benim sesim tizse; gel söyle kimin daha gür? Gel, beraber olalım. Sen bana, ben sana yol yordam eğleyelim. Neyi, nasıl bilmiyorum, can kardeşim, beraber eğleyelim, yolu beraber emekleyim. (SÖ/EK)