"Neden diye sormak dışında sahiden söylenecek söz yok.
Fakat 'neden' baş etmesi güç olduğu için, 'nasıl' sorusuna sığınmak gerekir.
Toni Morrison
Yazıya nasıl başlayacağımı, nereden tutup nereden devam edeceğimi kestiremiyorum. Öyle bir süreçten geçiyoruz ki bir kısmı eksik kalacak diye korkum…
Nefretin gölgesinde yaşamıyoruz artık, nefretin kapsadığı, belki de işgal ettiği bir alanda, nefrete rağmen hayatta kalıyoruz, zira bunun adı yaşamak değil.
Halihazırda daralan alanlar, iyice nefes alınamaz hale geldi. Ruhsatlı -artık çipli- hayatlarımız, zaten kuşatılmışken, özgürlükle arasına koyduğu duvarı da gittikçe güçlendiriyor.
Duvarlar yekpare bir cisim olarak sadece sınırlara çekilmiyor, duvarlar yaşantımızı kuşatıyor: ırkçılık, milliyetçilik, yoksulluk, homofobi, transfobi… Tahammülsüzlük bu duvarın harcı. Homojenlik/teklik ana katkı maddesi. Nefret olmazsa olmaz bileşeni. Duvarın kimyası aklımızın ermeyeceği, ancak gözlemleyebileceğimiz, hedefi olarak deneyimleyeceğimiz bir denklem.
Bu coğrafya kocaman bir kimya laboratuvarı: duvarlar ören, duvarları sağlamlaştıran ve unutturan denklemlerin fır döndüğü bir uygulama sahası. Bu disiplinde esas olan devamlılık; kimyageri ve yöneldiği nesnesi farklı olsa da asıl olan duvar: Türk-Sünni-Heteroseksüel-Erkekliğin duvarı.
İçine hapsedildiğimiz, boyası kimi zaman ‘vatanın birliği milletin bölünmez bütünlüğü’, kimi zaman ‘ahlak’, kimi zaman da ‘din elden gidiyor’ olan bir yapı. Duvara açmaya çalıştığımız gedikler var, kimyagerlerin onarmakta zorlandığı, kitlesel kaçışları engellemek için kategoriler-kavramlar ürettiği gedikler; adları bazen terörizm, bazen ahlaksızlık, bazen de din düşmanlığı oluyor.
Bir süredir kapatılmaya çalışılan tünelde ahlaksızlık-sapkınlık-günah sıvasıyla çalışılıyor. Yaşanan hastalıkların sebebi, başa gelen kötülüklerin yegane sorumluluğu bu sapkınlık olarak gösteriliyor. LGBTİ+ toplumu, dişiyle tırnağıyla açmış olduğu tünelin içine hapsedilmek, gömülmek isteniyor.
İlk elden "inanca ve kültüre aykırı" diye değerlendirilen LGBTİ+ toplumu hedef tahtasına oturtuluyor. İnanç, kültür, ahlak duvarın içindekileri harekete geçirmeye yeter denklemi oluşturuyor. Öyle ki duvara terörist kategorisiyle hapsedilenlerin bir fırça da ben süreyim demekten imtina etmediği bir cazibe denklemi…
Adeta bir seferberlik anahtarı olarak kategori inşa ediliyor elbirliğiyle. Tüneli beraber kazdıklarımız, kurtuluşu birlikte aradıklarımız denkleme "biyoloji" bileşeninin girmesiyle dahil oluyor…
Yılların kurumsallaşmış, resmi nefret denklemleri boca ediliyor duvara. İnsanlar içindeyken yakılan oteller, insanlarının zorla sürgün edildiği yakılmış-boşaltılmış köyler, içindekilerinin kırıldığı emval-i metrukeler güç kazandırıyor bu yeni harca. Bu bir birikim rejimi: geçmişten alınan güçle bugünün duvarları örülüyor.
Söylem-Hukuk-Nefret
Kurumsal nefret, yaşamlarımızı şekillendiriyor, yaşamlarımıza son veriyor, haklara erişimi ortadan kaldırıyor bu duvarda. Gözetleme kuleleriyle, izleme teknolojileriyle, dört başı mahmur bu duvar yaşayabilmek için hayatta kalmaya ihtiyacımızın olduğu bir alan hep beraber özgürleşene, ruhsatlı hayatlarımızın özgür olacağı güne kadar…
Ancak o zamana kadar nefes almak, ya da tekrara düşmek pahasına da olsa hayatta kalmak zorundayız. Bu koşulu sağlayabilecek temel adalet ve adaletle ilişkilenmenin araçlarından biri hukuk. İçerdekilerin, yani kuşatılmışların yurttaş olarak tanımlandığı bu araçta sözüm ona herkesin -ırk, dil, din, cinsiyet, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği, siyasi düşünce vb.- ayrım gözetmeksizin eşit olması, herkese aynı muamelenin yapılıp aynı haklardan eşit olarak istifade etmesi gerekiyor.
En azından teorik düzlemde husule gelmesi gereken husus bu. Bu soyut eşitlik mefhumu bir bakıma yaşamların güvencesi olarak kodlanabilir.
Bu bir kuşatılmışlık içinde yaşayanlar için her zaman idea düzeyinde konu edilebilecek bir husus. Bir başka deyişle, kuşatılmışlara uygulanan hukuk bir kuşatma hukuku. İstisnalar yaratıp genel ve soyut olanı ondan gayrı tutma çabası. Bu istisnalar, tüneli kazanlar, kazmaya muktedir olanlar ya da duvarın varlığına kontrast oluşturanlar olarak belirleniyor.
Bu belirleme süreci soyut olanı somut kılarak olumlarken, öte yandan da ‘aykırı’ bulunanı olumsuzlayarak soyutluyor. LGBTİ+ toplumu kuşkusuz bu ikinci gruba dahil, yani olumsuz-soyutlamanın örneklerinden. Bir başka deyişle hukukun LGBTİ+’larla kurduğu ilişki gerçekte bir yasaklama-terk ediş ilişkisi. Bunun doğal sonucu ise düşmanlaştırma.
Başta yaşama hakkı olmak üzere haklar, yani hayatta kalabilmek için gereklilikler LGBTİ+ toplumundan esirgenmiş, saklanmış ve kaçırılmış durumda bu ilişkilenmede.
Duvarın kendisine rağmen nefes borusu yaratması beklenen hukuk, LGBTİ+’lar için bir hukuk duvarı olarak dikilmiş durumda; her adımda çarpılan, çarpıldıkça sarsılan, sarsıldıkça üstüne dökülen bir müessese olarak…
Duvarın yaşam alanını işgal etmesini önlemekle mükellef araç, duvarın kendisi haline geliyor bir başka deyişle. Görmeyen, duymayan, konuşmayan, yok sayan bu nizam, gördüğü, duyduğu, konuştuğu durumda ise nefret olup üstümüze düşüyor. Öyle ki daha ileri gidip, duvarı, yani nizamı, bize karşı korumaya girişiyor.
Hulâsa, duvara karşı çıplak hayata, yani mahrumiyete, yokluğa ve paradoksal olarak tahakküme mahkum edilmeye çalışılıyor LGBTİ+ toplumu. İnsan denen örgü bizden çıkarılma çabasında. Ya o insan hırkasını giyip çıplaklığa bir son verilecek ve soyut nihayet somuta erecek, ya da adaletten nasiplenmemiş hayatlarımız daha da kırılganlaşacak.
Araf yok burada. Burada varlık veya yokluk var. Duvara karşı ve duvara rağmen var olmak söz konusu olan. O da sesin sese karışmasıyla, suskunluğun yırtılmasıyla mümkün, zira nefretin harç olduğu duvarın temeli sükunet. (LP/EMK)
*Fotoğraf: Sosyal medya