Ortadoğu’da sular ne zaman ısınsa, ısının faturası Gazze’ye çıkar. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Arap ülkeleri arasında yaşanan gerginliklerin asli ve ebedi nedeni, Filistin İsrail barışının yıllardır sürdürülen çabalara rağmen bir türlü hayata geçirilememesidir.
İsrail devletinin 1967'de işgal ettiği topraklarda yeni Yahudi yerleşimleri kurmakta ısrar etmesi ve güçlü Siyonist lobisinin ABD dış politikasındaki etkinliği,1948'den bu yana tam 66 yıldır İsrail’in “olağanüstü hal” ile yönetilen bir demokrasi olmasını sağladı.
Bu olağanüstü hal durumu İsrail’e demokrasi ile yönetilen ülkelerde bulunmayan bazı yetkiler tanınmasına ve Birleşmiş Milletler (BM) kararlarına uymama hakkını da birlikte getirdi.
İsrail, komşularına dilediği zaman savaş açıp, dilediği süre boyunca işgal edebilen (Lübnan da olduğu gibi) tek ülkedir. ABD Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki (BMGK) veto hakkını kullanarak İsrail’i uluslararası hukuk yaptırımlarından uzak tutmayı her zaman başarmış, büyük hak ihlallerini “yaramaz çocuk” muamelesi yaparak geçiştirmiştir.
Obama'nın açıklaması
Son Gazze saldırısı bu hak ihlalleri örneklerinin sonuncusudur. İsrail’in hava saldırılarında ölen Filistinli sayısı 150'ye yaklaştı. Çoğu kadın, yaşlı ve çocuk. Savunmasız, çaresiz insanlar.
ABD Başkanı Obama şöyle buyurdu: “Hiçbir ülke, sınır ötesinden gelen roketlerin kendi vatandaşlarının üzerine yağmasına müsade edemez.”
Ciddi sorunlar içeren bir açıklama. Birincisi İsrail’in sınırlarının nerde başlayıp bittiğini herhalde bir tek Sayın Obama biliyor. Uluslararası hukuk kurallarına göre İsrail zaten işgal altında tuttuğu toprakları bombalıyor. Hangi devlet işgal altında tuttuğu toprakları aynı anda bombalayabilir?
''İşgal Yasası''
Bu ancak sömürge hukuku içinde geçerli olabilir. 1967'den bu yana işgal ettiği topraklar üzerinde yine uluslararası yasalara göre, İsrail’in uyması gereken “işgal yasası” var. İşgal yasası barış sağlanana dek işgal eden gücün sınırlarını ve silahlı müdahele biçimlerini belirler (1907 Hague, 1949 Cenevre Sözleşmeleri).
Bu sözleşmeler silahlı mücadele gerekliliğini insani kaygılarla sınırlar. İnsan yaşamının ve mal varlıklarının tahribi ve yok edilmesi, intikam duyguları veya öldürme hırsı ile yapılamaz. İsrail yapar, yapabilir, çünkü kurulduğu andan itibaren hukuk dışı olması kabul görmüş bir devlettir.
1980'lerde İran-Irak Savaşı ile başlayıp 1990’larda Körfez Savaşı ve Irak’a yapılan yaptırımlar ile süren ABD'nin Ortadoğu politikası 2003’te Irak’ın işgaliyle yeni bir evreye girdi. ABD tek güçlü “imparatorluk” olduğunu tüm dünyaya ilan etti. Dünyadaki tek büyük güç olarak hak ihlalleri yapma hakkı, elbette kendisinde, bir de bunca yıldır ona “ne yapması” gerektiğini söyleyen İsrail devletinde olacaktı.
''Bölmek ve yönetmek''
Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi ABD’nin değil, İsrail’in çıkarlarının korunması için devreye sokuldu. 2006'da Lübnan’da Hizbullah’ın güçlü direnişi ve İran’ın nükleer santraller kurma girişimi İsrail’i tedirgin etti. ABD’ye iki konuda baskı yapmaya başladı.
Birincisi, kendisini çevreleyen güçlü Arap devletleri yerine etnik ve mezhep ayrılıkları üzerine kurulan küçük devletçikler (aslında devlet bile olmayan) kurulması, ikincisi de İran’ın nükleer santral çalışmalarının durdurulması.
İsrail bu yöndeki çalışmalarına İsrail ordusu içinde dini kimlikleri ağır basan komutanları yetkili kılmakla başladı. 2008 Gazze saldırısında Hamas’ı hedef alan İsrail ordusu, artık Arap milliyetçiliğine değil, İslamiyete karşı savaşıyordu.
Yıllardır en büyük düşmanı olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) saflarında Hıristiyan kökenli Araplar da barındıran laik bir örgüttü. Oysa İsrail’in ABD’ye sunduğu yeni plan, din ve mezhep ayrılıkları üzerinden “bölmek ve yönetmekti”.
Bu plan İslami bir düşman gerektiriyordu. Hamas “düşman” ilan edildi, liderleri İsrail gizli örgütü MOSSAD tarafından avlanarak öldürüldü, ama aynı zamanda güçlenmesini kolaylaştıracak politikalar gündemde tutuldu.
Irak
ABD Irak’tan geri çekildiğinde, ülke fiilen üçe bölünmüştü. Kuzeyde Kürt bölgesi, güneyde Şiiler ve ortada sınırları belirsiz bir Sunni bölgesi. Irak petrollerinin Kürt ve Şii bölgelerinde olması, Sünni-Şii, Arap-Kürt çatışmasının nüvelerini de taşıyordu. İlginç olan Ha’aretz gazetesinin askeri konulardaki uzman gazetecisi Ze’ef Schiff’in 6 Aralık 1982 tarihli yazısında “Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt devletleri olarak üçe bölünmesinin en iyi çözüm olduğunu” yazmış olmasıdır. Ne kadar şaşırtıcı bir öngörü!
ABD Irak'ta Şiilere Maliki iktidarını sunarken, aslında başka pazarlıklar peşindeydi. İran’a nükleer çalışmalarını durdurması karşılığında, Irak’ta bir nüfus alanı sunmak. Kaldı ki Dicle nehrinin kenarına inşa ettiği devasa ABD sefareti, her an müdahaleye hazır olacağının kanıtı olarak Bağdat’ın orta yerinde duruyordu. Irak, artık dişleri çekilmiş bir aslan olarak, zararsızdı.
Suriye
Sıra Suriye’ye gelmişti. İsrail devletine karşı Arap direnişinin kalesi Suriye yıkılmalıydı. Esat iktidarınn Alevi olması, bölgede arzulanan Şii-Sunni mezhep çatışmasını körüklemek için iyi bir fırsattı.
ABD kolları sıvadı. ABD’nin eski Lübnan Büyülelçisi Jeffrey Feitman, Bandar Bin Sultan (Suudi Arabistan ) ve Katar Şeyhi bir araya gelerek çalışmalara başladılar.
ABD çok iyi bildiği ve pek çok Güney Amerika ülkesinde de başarılı uyguladığı “rejim değişikliği için karışıklık çıkarmak” projesini devreye soktu. Suriye’de yıllardır Esat hükümetinin zülmünü çekmiş olan ve Arap ayaklanmalarından etkilenmiş, demokratik bir Suriye isteyen, şiddet içermeyen muhalefetin arasına eli silah tutan, damlardan ateş eden “muhalif”ler yerleştirildi.
Büyük umutlarla sokaklara çıkan Suriyeli gerçek muhalifler kısa süre içinde kendilerini “aşırı dinci, Suriyeli bile olmayan, maskeli adamlar''ın Esat ordusuna karşı verdikleri savaşın ortasında buldular.
İsrail
ABD ve yandaşları bu çalışmaları yaparken, İsrail’de boş durmuyordu. Gazze ve Batı Şeria’yı hem coğrafi, hem de idari olarak birbirlerinden ayırmayı başarmış, Hamas’ı “terrörist” olarak damgalayarak devre dışı bırakmış, iki bölgeyi birbirinden ayıran topraklar üzerinde kurduğu yeni yerleşimlere ''aşırı dinci'' Yahudilerin yerleşmesini sağlamıştı. Dinler savaşının alt yapısı böylece inşa ediliyordu.
ABD, İsrail’in bu çalışmalarına Gazze’de seçimle iktidara gelen Hamas’ı “şeytanlaştırarak” ve “İsrail’in imhası” tehlikesini kendi medya ve kamuoyunda yaygınlaştırarak katkıda bulundu. Aynı ABD, Filistin-İsrail barış görüşmelerinin yeniden ele alınması için elinden geleni yaptığını, ancak Batı Şeria’daki Fiilistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmut Abbas’ın Hamas yönetimi ile ilişkilerini sürdürmesini “terröristlerle” işbirliği olduğu gerekçesiyle kabul edemiyeceğini bildirdi.
Ortak açıklama
23 Nisan 2014'te Mahmut Abbas ve Hamas ortak bir açıklama yaparak bundan böyle barış görüşmelerini birlikte yürüteceklerini açıkladılar.
Barış görüşmelerinin devamı için parçalanan ABD için bu önemli bir adımdı. Hamas, Abbas ile işbirliği yaparak uzlaşmacı bir çizgide olduğunu açıklıyordu.
Netanyahu
27 Nisan’da İsrail Başbakanı Benyanin Netanyahu ABD televizyonlarında boy gösterdi ve sadece kendi adına değil ABD Dış İşleri Bakanı Kerry adına da konuştu.
“Mahmut Abbas İsrail devletini imha etmek isteyen terrörist Hamas örgütü ile kucaklaşarak bizleri (ABD ve Israil) büyük bir hayal kırıklığına uğrattı.”
Son saldırılar
Gazze‘deki son saldırılar bu ittifakı yok etmek için yapılıyor. Batı Şeria yönetimi ile Gazze’deki Hamas yönetiminin işbirliği, barış görüşmelerinde ister istemez işgal altındaki toprakları gündeme getirecekti.
Yeni toprak ilhakları peşinde koşan İsrail devleti için kabul edilemez bir durumdu bu.