Kamuoyunun gündemine "4+4+4 eğitim modeli" olarak getirilen "222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi"ne yönelik eleştiriler, tepkiler ve kaygılar her geçen gün artış göstermesine rağmen, teklifin Meclisten hızla geçirilerek yasalaşmasına yönelik ivedi adımların atıldığı gözlenmektedir.
Sekiz yıllık zorunlu ve kesintisiz eğitim sürecinin başlatılmasının üzerinden daha henüz 15 yıl bile geçmemişken (1) böylesine köklü bir değişime yönelmenin anlamlı gerekçelerinin bulunması gerekir.
Sekiz yıllık zorunlu eğitime yönelmenin siyasi ve ideolojik gerekçeleri bir yana, elde edilen ilk sonuçlarının ülkenin ulaştığı eğitim düzeyi açısından kabaca değerlendirilmesi zorunlu gözükmektedir.
Bu çerçeveden bakıldığında, sekiz yıllık zorunlu eğitimin eleştirilecek pek çok yönünün bulunduğu belirtilmelidir. Özellikle uygulamanın ilk yıllarında fiziki donanım ve alt yapı yetersizlikleri sistemin sağlıklı işleyişini ciddi ölçüde engellemiş, pek çok yerel birimde ve coğrafi bölgede bu tür yetersizlikler geçici önlemlerle aşılmaya çalışılmıştır.
Mevcut sorunların ve yetersizliklerin zaman içinde tedrici olarak azalmakla birlikte tam anlamıyla çözüme kavuşturulduğunu iddia etmek güçtür.
Temel değişim eğilimleri
Bununla birlikte, sekiz yıllık zorunlu ve kesintisiz eğitimin uygulamaya konulmasından bu yana eğitim alanında kayda değer kimi kazanımların elde edildiği de yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.
1997/98 eğitim yılında Türkiye'de yüzde 84.74 olan ilköğretimde net okullaşma oranı 2010/11 eğitim yılında yüzde 98.41'e, orta öğretimdeki net okullaşma oranı ise yüzde 37.87'den yüzde 66.07'ye yükselmiştir (MEB, 2011:1).
Bu çarpıcı iyileşmenin kökeninde okullaşma oranlarındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin azaltılmasının payı büyük olmuş, kız çocuklarının eğitime erişimi görece kolaylaşarak erkek çocuklarla aralarındaki büyük açık kısmen kapanmıştır.
1997/98 eğitim yılında ilköğretime devam eden kızların oranı yüzde 78.97 iken (erkeklerin oranı ise aynı yıl yüzde 90.25'dir), 2010/11 yılında yüzde 98.22'ye sıçrayarak erkeklerin oranını (98.59) yakalamıştır. Benzer eğilim ortaöğretimde de gözlenmektedir. 1997/98 eğitim yılında ortaöğretime devam eden kızların oranı yüzde 34.16'dan (erkeklerin oranı aynı yıl yüzde 41.39'dur), 2010/11 yılında yaklaşık yüzde 64'e (erkeklerin oranı aynı yıl yaklaşık yüzde 68'dir) ulaşmıştır (MEB, 2011:1).
Dolayısıyla, zorunlu ve kesintisiz eğitim sistemine geçildiği 1997/98 eğitim-öğretim yılından günümüze ilk ve ortaöğretimdeki okullaşma oranları hızla yükselmekle kalmamış, bu alandaki toplumsal cinsiyet eşitsizliği de kızlar lehine kısmen giderilebilmiştir.
Brüt okullaşma oranları üzerinden hesaplanan "cinsiyet oranlarında" 1997-2011 yılları arasındaki değişime bakıldığında da Türkiye'deki ilköğretimde erkeklere göre kızların okullaşma oranının yüzde 85'den yüzde 100'e, ortaöğretimde ise, yüzde 75'den yüzde 88'e yükseldiği görülmektedir (MEB, 2011: 10) (2).
Özet olarak, ilk ve ortaöğretimdeki toplam okullaşma oranlarının son dönemdeki yükselişinde belirleyici etkenin kız çocuklarının eğitime erişimindeki kayda değer artıştan kaynaklandığı belirtilmelidir. Farklı bir anlatımla, zorunlu ve kesintisiz eğitimin birinci ve ikinci düzeyde okullaşma oranlarının artmasına, kızların eğitime erişimine, eğitim hakkında önceki dönemlerde gözlenen toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin tedrici olarak azaltılmasına önemli katkıları olduğu anlaşılmaktadır (3).
Okullaşma oranlarındaki bu iyileşme eğilimi Türkiye'deki ortalama okulda kalma süresini de tedricen arttırmıştır. 1995 yılında 4,8 olan ortalama okulda kalma süresi, 2000 yılında 5,5'e, 2011 yılında ise 6,5'e yükselmiştir (UNDP 2011).
Ortalama okulda kalma süresi son yıllarda gözle görülür bir artış göstermiş olmakla birlikte, Türkiye'nin kişi başı reel gelir düzeyine benzer ülkelerin ulaştığı ortalama değerlere henüz erişemediğinin de altı çizilmelidir. Örneğin kişi başı reel gelir düzeyi Türkiye'nin oldukça altında olan Azerbaycan'ın 2011 yılındaki ortalama okulda kalma süresi 8,6 yıl, yine kişi başı gelir düzeyi Türkiye'den düşük olan Bulgaristan'ın aynı yıl ortalama okulda kalma süresi 10,6, Ukrayna'nın ise 11,3 yıldır (4).
Öte yandan, yasa teklifini hazırlayan siyasi iktidarın öne sürdüğü sekiz yıllık kesintisiz ve zorunlu eğitimin mesleki eğitimi zayıflattığı görüşü de oldukça tartışmalı gözükmektedir. Eğitim-Sen'in 2012 Şubat'ında hazırlamış olduğu bir rapora göre, zorunlu eğitimin başladığı 1997/98 eğitim yılında mesleki ve teknik ortaöğretimde öğrenim görenlerin sayısı 950 bin iken, bu sayı 2010/11 eğitim yılında yüzde 100'ün oldukça üzerinde bir artış göstererek iki milyonu aşmıştır (Eğitim-Sen 2012).
Mesleki ve teknik ortaöğretimdeki okul ve öğretmen sayıları da kayda değer artışlar göstermiştir. 2003/04 eğitim yılında 4190 olan okul sayısı 2010/11 yılında 5179'a, öğretmen sayısı da 68 binden yaklaşık 105 bine yükselmiştir (MEB 2011: 15). Bu istatistiksel bilgiler mesleki ve teknik eğitimin zorunlu eğitimin başlatıldığı 1997 yılından günümüze hızla önemini yitirdiği savına anlamlı bir destek sunmamaktadır.
"Kesintili ve kademeli"nin sorunları
Sekiz yıllık kesintisiz ve zorunlu eğitim sisteminin teknik çerçevedeki bilançosunun çok da karamsar bir tablo sunmadığı anlaşılmaktadır. Bu koşullar altında, 4+4+4 eğitim sistemi neden gündeme getirilmektedir?
Akla gelen gerekçelerden bir tanesi sekiz yıllık zorunlu ve kesintisiz eğitim uygulamasıyla birlikte işlevsiz hale getirilen imam hatip okullarının orta kademe sınıflarının yeniden canlandırılmaya çalışılmasıdır.
Batılı, çağdaş ve laik çevrelerin tepkisini çeken temel noktalardan birisi bu alanda yoğunlaşmaktadır. 4+4+4 eğitim sisteminin ülke gündemine gelmesinin hemen öncesinde Başbakan'ın "dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz" söylemiyle güncel tartışmaların temelini hazırladığı anlaşılmaktadır.
Birinci kademe eğitim süresi kısa tutularak (5) eğitimin dinsel temelde yeniden yapılandırılması ve öğrencilerin diğer meslek ve teknik okulların yanı sıra imam hatip okullarına yönlendirilmeleri beklenmektedir.
Bu noktada birden çok sorunla karşı karşıya kalınmaktadır. Bu sorunlardan ilki teknik düzeyde ele alınabilir. En düşük okula başlama yaşı altı yaşa kadar geri çekilebileceğinden öğrenciler ilk dört yılın sonunda, yani 10 yaşını doldurmadan mesleğe yönelme gibi pedagojik anlamda oldukça sıkıntılı bir seçimle karşı karşıya kalabileceklerdir.
Böylesi bir seçimin yaratacağı sorunlara uzman görüşlerinde de yer verilmektedir. Örneğin, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nin yasa teklifine yönelik görüşünde şu değerlendirmeler dikkat çekicidir: "Erken mesleki yönlendirme çocukların temel eğitim ile hedeflenen "bütünsel gelişimi"ni engelleyicidir. Çocukların yetenek, ilgi, özellik ve değerlerini tanıyarak yaşam hedefleri ve beklentilerinin belirgin ve tutarlı hale gelmesi ancak ergenlik döneminin sonunda gerçekleşebilmektedir. Bu nedenle erken tercih sakıncalıdır."
Benzer görüşler Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin 28 Şubat 2012 tarihinde kamuoyuyla paylaştığı görüşlerinde de dile getirilmiştir: "(...) On yaşındaki bir çocuğun ilgi, yeti, bilgi ve becerileri, kalıcı bir hale gelmemiştir. Bilimsel veriler, bu alanlardaki değişmezliğin ergenlik dönemi sonunda bile oluşmadığını açıkça göstermiştir. On yaşındaki çocukları ömür boyu çalışacakları alanlara yöneltmek, bilimsel açıdan olası değildir. Bilimsel veriler ilgi, bilgi, yeti ve becerilerin 15 yaşlarında bile kararlılık göstermediğini ve kaygan bir zeminde olduğunu saptamıştır."
Hacettepe Üniversitesi Senatosu'nun 26 Mart 2012 tarihinde yeni eğitim düzenlemesiyle ilgili olarak kamuoyuna yaptığı açıklamada da "yasa teklifinde öngörülen ilk 4 yıllık zorunlu eğitim sonrasında, diğer bir ifadeyle 9-10 yaşındaki çocukların mesleğe yönlendirilmesinin" uygun olmayacağı vurgulanmaktadır.
Çocukların ergenliğe henüz ulaşmadan mesleki seçim sorunuyla karşı karşıya kalmalarının yaratacağı teknik sorunlar bir yana, yasa teklifiyle eğer eğitimin dinsel temeller üzerinde yeniden inşa edilmesi kesintili ve kademeli bir eğitim düzeni çerçevesinde gerçekleştirilmesi amaçlanmaktaysa, bunu anlamlandırmakta güçlükler bulunmaktadır.
Kuramsal düzeyde eğitimin dinsel temeller üzerinde şekillendirilmesi kesintisiz ve zorunlu eğitim sistemi üzerinden de pekâlâ gerçekleştirilebilir. Son dönemde eğitim alanında fiilen yaşanmakta olan gelişmeler de bu doğrultudadır . Dolayısıyla, yasanın öngördüğü eğitim düzeninin akılcı gerekçelerden çok "sembolik" anlamlar içerdiği akla gelmektedir.
Öte yandan, yasa teklifiyle öğrencilerin dört yıllık ilk kademeden sonra okuldan alınmalarının ve eğitimlerini "açık öğretim" sistemi üzerinden okul dışında sürdürmelerinin de olasılık dâhilinde olduğu anlaşılmaktadır.
Bu olasılık eğitimin çocukların psikolojik, sosyal ve toplumsal gelişimindeki kritik öneme sahip işlevini yerine getirememesine yol açabilecektir. Dahası, zorunlu eğitim fiilen dört yıla indirilerek okullaşma oranlarında önceki dönemde elde edilen kazanımların da yitirilme tehlikesi gündeme gelmektedir.
Bu bağlamda, kız çocuklarının konumu çok daha sorunlu gözükmektedir. Okul dışı eğitime yönelme, ülkenin kültürel ve geleneksel yapısı göz önüne alındığında, daha fazla kız çocuklarını etkileme potansiyeline sahip gözükmektedir. Bu durumda da ortaöğretimde kısmen iyileşme gösteren toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin azaltılma süreci tersine dönecektir. Ek olarak, ortalama okulda kalma sürelerindeki sınırlı artışlar da yerini durgunluğa veya azalmalara bırakabilecektir.
Eğitim sisteminin kademeli ve kesintili hale getirilmesinin emek piyasaları üzerinde de ciddi etkileri olabilecektir. Dört yıllık birinci kademe sonrasında özellikle erkek çocukların çıraklık veya staj uygulamaları çerçevesinde doğrudan ve erken çağda işgücü piyasası içine çekilme tehlikesi bulunmaktadır.
Eğitim sisteminde öngörülen değişikliklerle eşanlı olarak çıraklık yaşının 11'e indirilmesi hesaba katıldığında, çocukların okul ortamlarının dışına çıkarak ucuz ve niteliksiz işgücü kaynağı haline dönüşmelerine zemin hazırlanmaktadır.
Bu durum bir yandan ülkedeki çocuk işçiliğinin yaygınlaşmasına hizmet ederken, diğer yandan da eğitimin niceliksel ve niteliksel gelişimine de olumsuz etkilerde bulunabilecektir. Özellikle büyük sermaye gruplarının sözcüsü olarak öne çıkan TÜSİAD'ın getirilmek istenen yeni eğitim sistemine yönelik eleştirilerini eğitime çağdaş ve laik yaklaşımdan çok bu çerçevede değerlendirmek daha anlamlı gözükmektedir.
Türkiye'deki genel ve tarım-dışı işsizlik verilerinin halen yüksek düzeylerde seyrettiği bir dönemde (7), uluslararası piyasalara yönelik olarak üretim yapan büyük firmaların niteliksiz işgücünden çok nitelikli işgücüne gereksinim duydukları açıktır (8).
Eğitimin kademelendirilmesi ve kesintiye uğraması uzun dönemde nitelikli işgücünün yetişmesine darbe vuracak, üretim süreçlerini ve uluslararası şirketlerin rekabet koşullarını olumsuz yönde etkileyebilecektir.
Birinci kademeden ikinci ve üçüncü kademeye yönelecek olan çocukların karşısına da bu kez erken yaşta dershaneye gitme ve özel dersler alma sorunu çıkacaktır.
Çocuklar neredeyse temel eğitimlerinin hemen başlangıcında dershaneye gitmeye ve özel dersler almaya zorlanacaklardır. Bu durum bir yandan çocukların psikolojik gelişimlerine olumsuz etkilerde bulunabilecek, diğer yandan da eğitimde fırsat eşitliğinin giderek bozulmasına da yol açabilecektir.
Bilindiği gibi, çocukları nitelikli bir dershaneye yollamak ve özel dersler aldırmak ailelerin gelir düzeyiyle doğrudan ilişkilidir. Gelir düzeyi düşük ailelerin çocuklarının eğitimine yeterli düzeyde kaynak ayırmaları olanaksız gözükmektedir. Bu durumda da ileri kademelere erişmek güçleşmekte, her çocuğun nitelikli temel eğitim alma olanağı azalmaktadır ve böylece eğitimde fırsat eşitliği ortadan kalkmaktadır.
Bundan başka yasa teklifi önceki yasada korunmuş olan "ilköğretimde devlet okulları parasızdır" ifadesini göz ardı ederek ilköğretimin zaman içinde tamamen paralı hale getirilmesinin yolunu da açmış gözükmektedir. Parasız ilköğretimin yasadan çıkarılmasının orta vadede ciddi sonuçları olacaktır.
Belki de bu yasa teklifinin gündeme getirilmesinin önemli gerekçelerinden birisi de bu alandır. Çünkü bilindiği gibi 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ürünü olan mevcut anayasada bile eğitimin parasız bir şekilde verilmesi gerektiği korunmaktadır (9).
Bu anayasal kısıttan dolayı temel eğitimin ticarileştirilmesi konusunda siyasi iktidarlar gerekli adımları atamamaktaydı. Yeni eğitim sistemine benzer gelecekteki yasal düzenlemelerle (muhtemelen Anayasa ve YÖK yasası değişikliklerinde de bu konu yeniden gündeme gelecektir) parasız eğitimin anayasadan silinmesinin de başlangıç adımı atılmış olacaktır.
Sonuç
Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim sisteminin ilk sonuçları incelendiğinde eksiklikleri ve yetersizliklerine rağmen bu sistemin ülkenin temel eğitim göstergelerine kısmi ölçüde de olsa olumlu katkılar sunduğu anlaşılmaktadır.
Buna rağmen 4+4+4 eğitim sistemiyle farklı bir arayış içine girilmiş olmasının sembolik, siyasi ve ideolojik gerekçelerden kaynaklandığı öne sürülebilir.
Eğitimin dinsel temellere oturtulması girişimleri yeni değildir. Toplumun bu tür girişimleri zaman içinde içselleştirme eğilimi içine girdiği de gözlenmektedir. Üstelik bu içselleştirme süreci nesilden nesile aktarılabilmektedir. İmam hatip okullarına yoğunlaşmadan da bu tür bir dönüşüm sürecinin gerçekleştirilmesi uzak bir olasılık değildir. İdeolojik hegemonyanın ulaştığı düzey eğitimin ideolojik temellerinin dönüştürülmesinin anlaşılmasına rehberlik edebilecektir.
Öte yandan, yasa teklifiyle ilgili yürütülen tartışmalarda teklifin dayandığı sınıfsal temellere de vurgu yapmak gerekli gözükmektedir.
Dinsel/tutucu-laik/çağdaş karşıtlıkları çerçevesinde yürütülen tartışmalarda sınıfsal analiz temeli gözden kaçırılabilmektedir. Oysaki yasa teklifinin diğer amaçlarının yanı sıra, emek piyasasını düzenlemek ve temel eğitimin piyasalaştırılmasını hızlandırmakta da aracı bir rol üstlendiği anlaşılmaktadır.
Yukarıda değindiğimiz uygulamalarla çocukları iş gücü piyasasına erken yaşta dâhil etmek, mümkünse bu piyasada kalıcılaştırmak gündeme gelmektedir. Ayrıca devletin ilköğretimi bütün çocuklara ayrımsız ve parasız olarak sağlaması sorumluluğu da ortadan kaldırılmaktadır. Yasa teklifinin bu özelliklerinin de ülkenin uzun dönemli gelişme sürecinde ihmal edilemeyecek etkileri olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. (HM/HK)
* Hakan Mıhçı, Hacettepe Üniversitesi, İngilizce İktisat Bölümü Öğretim Üyesi;
Notlar
(1) 18 Ağustos 1997 tarih ve 4306 sayılı yasa ile 1997/98 eğitim yılından itibaren sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmiştir.
(2) İlk ve orta öğretimde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin azalma eğilimine girmiş olması Türkiye ortalamalarından elde edilen genel bulgulara dayanmaktadır. Özellikle ortaöğretimde bölgesel ve il düzeyinde toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin günümüzde de devam ettiği anlaşılmaktadır. 2010/11 eğitim yılında Kütahya, Çankırı, Erzurum, Erzincan, Bingöl, Bitlis, Muş, Hakkâri, Şanlıurfa, Mardin, Şırnak, Siirt gibi illerde ortaöğretimdeki kızların erkeklere göre okullaşma oranlarının Türkiye ortalamasının ciddi ölçüde altında kaldığı belirtilmelidir (MEB, 2011: 6-9).
(3) Aslında, sekiz yıllık zorunlu ve kesintisiz eğitimin yol açtığı bu değişikliklerin yalnızca birinci ve ikinci düzey okullaşma oranlarıyla sınırlı kalmadığının da altı çizilmelidir. Üçüncü düzey olarak tanımlanan yükseköğretimdeki net okullaşma oranları da 1997/98 akademik yılından 2010/11 akademik yılına üç kattan fazla artarak yüzde 10'dan yüzde 33'e ulaşmıştır (MEB, 2011:1) . Bu düzeyde de asıl çarpıcı artış erkeklerden çok kadınların yükseköğretime erişiminde gözlenen iyileşmelerden kaynaklanmaktadır.
(4) Ülke karşılaştırmaları için, bkz. UNDP (2011a: 127-128).
(5) Temel eğitim süresinin kısa tutulmasının ve/veya kesintiye uğratılmasının çeşitli olumsuz sonuçları bulunmaktadır. ODTÜ Eğitim Fakültesi'nin 12 Mart 2012 tarihinde yasa teklifiyle ilgili görüşünde temel eğitimin ilk kademesinin dört yılla sınırlandırılmasının bilimsel bir temelinin olmadığı, bu tür bir kademelendirmenin çocukların gelişimiyle ilgili bilimsel ilkelere de aykırı olduğu belirtilmektedir (Bkz. http://egitimsen.org.tr/down/odtu.pdf) Benzer şekilde, Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi de "temel eğitimin kesintili olamayacağı, tüm bireyler için ortak ve örgün eğitim kurumlarında gerçekleştirilmesinin" zorunluluğuna değinmektedir. (Bkz. http://www.egitim.hacettepe.edu.tr/belge/4+4+4EgtFakKurulKarar.pdf)
(6) AKP'nin kurulduğu günden bu yana düzenli anketler yaptırdığı araştırma şirketlerinden biri olan Denge'nin yaptığı son anket çalışmasından elde edilen bulgulara göre, deneklerin önemli bir çoğunluğu "Andımız" ve "Gençliğe Hitabe"nin kaldırılmasına onay vermez, 19 Mayısın mevcut kutlanma şeklinin korunmasını isterken, ankete katılanların yüzde 70'ine yakınının "dindar gençlik" söylemine onay verdiği öne sürülmektedir (Radikal Gazetesi, 11 Mart 2012).
(7) TÜİK'in açıkladığı son verilere göre Aralık 2011 itibariyle Türkiye'deki genel işsizlik oranı yüzde 9.8, tarım-dışı işsizlik oranı ise yüzde 12 düzeyindedir (http://www.tuik.gov.tr/Gosterge.do?id=3537&sayfa=giris&metod=IlgiliGosterge).
(8) TÜSİAD'ın 23 Şubat 2012 tarihinde yaptığı açıklamada mevcut yasa teklifi eleştirilirken temel eğitimde önceliğin "nitelikli bir eğitim" olduğuna vurgu yapılmaktadır (http://www.ntvmsnbc.com/id/25324818/).
(9) Bu arada "parasız eğitim hakkı istiyoruz" pankartı açan üniversite öğrencilerinin bu "anayasal hak" talebiyle iki yıla yakın bir süre tutuklu kalmış olmaları ve on yıllara varan ceza istemleriyle yargılanmalarının devam ediyor olması da ayrıca üzerinde durulması gereken bir sorundur.
Kaynakça
* Eğitim-Sen (2012), Zorunlu Eğitim 12 Yıla Çıkmıyor, Fiilen 4 Yıla İniyor!, Ankara: Eğitim-Sen Yayınları.
* MEB (2011), Milli Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim 2010-2011. Ankara.
* UNDP (2011), Explanatory Note on 2011 HDR Composite Indices: Turkey, http://hdrstats.undp.org/images/explanations/TUR.pdf internet adresinden alınmıştır. Erişim Tarihi: 26 Mart 2012.
* UNDP (2011a), Human Development Report 2011, Sustainability and Equity: A Better Future for All, New York: Palgrave Macmillan.