İstanbul adalarından en ücra ve sakin olanı eskiden Neandros adasıydı. Büyükada'nın Yalova'ya bakan ucunun açıklarındaki küçücük kara parçasında her ne kadar bir zamanlar Ortodoks rahipleri barınmış olsa da, akabinde uzun yıllar boyunca kimsecikler yaşamamıştı.
Arada balıkçılar veya heyecan peşindeki ergenlerin kısa süreliğine kamp kurup adada geceledikleri oluyordu.
Fakat 90'lı yılların ortasına doğru, ikametini sürekli kılmaya karar veren bir ada sakini ortaya çıktı.
Kapkara saç ve sakallı, fazlasıyla bronzlaşmış, ufak tefek ve gayet kaslı adama Robinson Crusoe lakabının yakıştırılması gecikmedi.
Su ve elektriğin olmadığı adada önce basit çözümlerle hayatını idame ettirmeye çalıştı, sonrasında kazıklar üzerinde yükselen dört başı mamur ahşap bir kulübe inşa etmeyi başardı. Normalde arkadaşları tavşanlar, martılar, karabataklar ve koca koca farelerdi...
Münzevi papazlardan yadigâr kalmış incir ağaçları hâlâ ne kadar da bereketliydi!
Fakat yaz aylarında gittikçe artmakta olan deniz trafiğinde, adanın etrafına demirleyen onlarca tekneden şikâyetler gelmeye başlamıştı.
Mesele gitgide muhafazakârlaşan bir toplumda adamın küçük burjuva ahlakını tehdit edebilecek "yabani" varlığı mıydı, acaba Türkçe şivesinin kaba olması mıydı, yoksa adanın bilhassa kayalık Batı yakasında demirleyip yalnız kaldığını sanan ateşli çiftleri çaktırmadan gözetlemesi miydi, bilinmez!
Lakin ilgili güvenlik kuvvetlerine sık sık ihbarlar yapılıyor, hangi yasağı ihlal ettiği tam anlaşılmadan bizim Robinson adadan yaka paça karakola götürülüyordu; bir süre nezarette kalıyor, kötü muameleye tabi tutuluyor, fakat serbest kalınca inatla adaya dönüp duruyordu.
Bir aralar Büyükada'nın tam da Neandros'a bakan yamacında benzer şartlarda yaşamış Ergüder Yoldaş meşhur bir besteci olduğundan mı o kadar göze batmamıştı?
Neandros'taki bu romantik maceranın nasıl bittiğini ne yazık ki hiçbir zaman öğrenemedim; kulübesi çoktan yıkılmış olmasına rağmen günümüzde Robinson'a aynı adada tekrar barınma imkânı tanınsa acaba kabul eder miydi?
Ne de olsa Sabiha Gökçen Havaalanı açıldıktan sonra inişe geçmiş tayyareler Neandros'un tam tepesinden, gayet yakın mesafeden büyük bir gümbürtüyle mütemadiyen uçmakta.
Ya esen rüzgârın yönünden veya şiddetinden bağımsız olarak Neandros'a (ve Burgaz'ın arka sahiline) bazen uzak, bazen çok yakın geçen İDO'nun Yenikapı-Yalova hattı feribot kaptanlarının rahatlığına ne demeli?
Bir de av mevsimi açıldığında, balıklar iyice azalmış olsa da, boyutları ve sayıları mütemadiyen artan balıkçı gırgırlarının gürültücü ve korkutucu varlığı unutulmamalı. Üstelik lüferin korunması için İstanbul adalarında öngörülen avlanma sınırını devamlı zorladıkları da malum!
Son yıllarda bilhassa yazları, İstanbul'un denizle geç tanışmış yeni sakinleri de artık yalnız hafta sonları değil, hafta içleri de diğer adalar gibi Neandros'a dadanıyor; bağırarak konuşmanın, yüksek volümlü müzik dinlemenin denizde serbest olduğunu sanıyor, ayrıca demirlemiş teknelerin bile arasından hızla geçerek yüzenlerin hayatına tehdit oluşturmakta beis görmüyorlar.
Sessiz bir koyda tek başına demirlemenin tatlı huzuru tarih oluyor, sürü psikolojisine uygunluğundan olsa gerek, herkes iç içe demirlemekten kesinlikle rahatsız olmuyor.
Üstelik geçen sene başlayan pandemi sebebiyle seyahat kısıtlamaları getirilmiş, İstanbullular fazla uzağa gidememişler, şehirde iyice daralanlar ister istemez Marmara denizine akın etmişti.
Deniz vasıtası tasarımcılarının tüylerini diken diken eden estetik dışı sandallar, tekneler, yatlar görsel bir agresyona dönüşürken, denizcilikten nasibini alamamış çakma kaptanlar gamsızca kol geziyordu.
Çoktan ayağa düşmüş ve gözden çıkarılmış muhtelif tatil beldelerinde olduğu gibi kalabalık tur tekneleri adalar arasında da gezinmeye başlıyor, ses kirliliğinin bir çeşit "terör" olduğu nedense hesaba katılmıyordu.
Bilhassa Büyükada ve Heybeliada'da birilerine peşkeş çekilmiş kıyılar kıyasıya betonlaşıyor, yaz aylarında her bir tesisten yapılan yüksek sesli müzik yayını barbarca bir kakofoniye dönüşüyor, Yesari Asım Arsoy'dan ilham alıp Heybeli'de mehtaba çıkanlar, çarpıcı renklere sahip resmî propaganda panoları, abartılı ışıklandırmalar ve keyfî olarak yerleştirilebilen projektörümsü led lambalardan dolayı neredeyse ayı seçemiyordu!
Yoksa bazılarınca ancak fark edilebilmiş Marmara Denizi'ndeki müsilaj dehşeti bu gidişata genel anlamda sekte mi vuracaktı?
Aslında Serço Ekşiyan önderliğinde bilhassa Neandros adasının diplerine balıkçı ağlarından ve başka etkenlerden muzdarip mercanlar transfer edilmişti; acaba onlar da mı deniz salyasına yenik düşecekti?
Adı Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak bize empoze edilmeye çalışılan Yassıada'daki bitmez tükenmez inşaatlardan kaynaklanan, son yıllarda Burgaz Adasının kıyılarına devamlı vuran sünger leşleri, Marmara'ya çoktan kıyametin geldiğinin ispatı değil miydi?
Ya geçen sonbaharda, adalarda şimdiye kadar hiç görülmemiş yoğunlukta rastlanmış (ve avlanmış) kalamarlar neydi öyle?
Kanal İstanbul, zaten sevilmeyen, tanımak istenmeyen, bir külfet olarak görülen Marmara denizinin bir an önce zehirli bir bataklığa dönüşmesine hız vermeyecek mi zaten?
Yoksa her yer betona ve asfalta gömülerek denizler kurutulmak mı isteniyor?
Acaba Neandros'un Robinson Crusoe'sunun kalbi bütün bunlara dayanabilir mi?
Sonuncu
Kür Dili adasında uzun zaman boyunca tek başına yaşamış Vitaly Pronin'in 68 yaşında vefat etmesinde yalnızlığın yanısıra çevrenin bir kıyamet manzarasını andırmasının da rolü yüksek gibi görünüyor.
Hazar Denizi'nde Azerbaycan'a ait, bir zamanlar yarımada olan Kür Dili, 1981 yılında su seviyesinin yükselmesiyle ada haline gelmiş ve ana karayla bağlantısı meşakkatli hale gelmiş.
Eskiden kalabalık bir insan topluluğunun yaşadığı 43 kilometre karelik ada zamanla terk edilmiş, geriye bir süre sonra sadece 1952 doğumlu Vitaly kalmış.
Bölgedeki çevre felaketleri bir yana, adanın meskûn yerlerini vahşi tabiat yavaş yavaş ele geçirmiş. Gaz ve elektriğin olmadığı ortam yaşanması gayet zor bir coğrafya haline dönüşmüş, çeşit çeşit yabani hayvan bölgeyi mesken edinmeye başlamış.
Vitaly arada sırada onu ziyarete gelen balıkçı arkadaşları Şahin ve Arif'le avlanmaya çıkıyor, bazen tüfeğiyle ördek vuruyordu. Fakat sağlığı iyi değildi; ona rağmen sigara içmeye devam ediyor ve adadan ayrılmamak için inat ediyordu.
Ne de olsa yakınları orada gömülüydü ve onları sık sık ziyaret ederken mevsiminde aile kabristanını nergislere boğuyordu.
Yönetmenliğini Fariz Ahmadov'un üstlendiği Sonuncu başlıklı belgesel Vitaly'nin son dönemine seyirciyi zarafetle dahil ediyor.
Rotterdam'da düzenlenmiş olan 2021 IFFR'nin programında yer almış 37 dakikalık Azerbaycan yapımı film seyirciyi çarpıcı görüntülerle avucuna aldıktan kısa bir süre sonra ölümle yüz yüze getiriyor; kahramanına nesli tükenmiş bir varlık olarak bakmamızı sağladığı gibi, bir yaşam alanının bütünüyle terk edilme melankolisini derinden hissettiriyor.
Aslında filmin başından itibaren kamera Vitaly'nin hüznünü yakalıyor. Kumul alanların hâkim olduğu uçsuz bucaksız coğrafyada ufuğa bakarken gözlerindeki ümitsizlik ve yorgunluk bariz.
Bazen ava çıkıyor, vurduğu ördeklerin tüylerini yoluyor, sonra pişirip yiyor...
Sigara içiyor, öksürüyor, kuyudan su çekip yüzünü taşıma suyla yıkıyor, kestiği odunla sobasını, kazanını yakıyor...
Buharlar içinde yıkanıyor, sakal tıraşı oluyor, taranıyor...
Bu arada hiç konuşmuyor!
Derken balıkçı arkadaşları adaya geliyor ve hep beraber ava çıkarlarken filmdeki ilk konuşmaları duymuş oluyoruz.
Zaten fazla konuşmayan bir tip olduğunu bilahare öğreniyoruz: "Sadece ilginç şeyler konuşulduğunda lafa girerdi...mesela futbol hakkında konuşmaktan çok hoşlanırdı..."
İnatçı bir tip olduğu her halinden belliydi, fakat kendini balıkçı arkadaşlarına çoktan sevdirmişti (veya en azından filmin yönetmeni öyle bir tablo çizmek istemiş olabilir!)
İtinayla gerçekleştirilmiş görüntü yönetimi, İngilizce adı The Last One olan filmin duygusuna girebilmemizin başlıca faktörü.
Tahminimce yönetmen Fariz Ahmadov çok daha uzun bir belgesel çekmeyi umut ediyordu. Ne de olsa hem kahramanı, hem ada coğrafyası sonsuz imkânlar sağlamaya elverişliydi.
Fakat kısa süresine rağmen film, bitmekte olan bir çağı bize zarafetle hissettirmekte ve "Dünyasını değiştirip Ahret'e gitmekte olan" bir insanın kaybını yansıtmakta layıkıyla muvaffak oluyor.
Şahin ve Arif'e adanın aile mezarlığındaki defin işleri için katılmış olan Aydın'la münasip rabıtaları kullanmak suretiyle bir tabut inşa ederlerken Vitaly için bir haç yapmaları gerektiğini de hatırlıyorlar...
Fonda Bakü Müzik Akademisi'nin Vokal-Koral Topluluğunun Mübarek Meryem Ana'ya ithafen icra ettiği "Tanrı günahlarını affetsin" ilahisini dinlerken ulvi duygulara kapılmamak ne mümkün!
Acaba Neandros'taki rahiplerin ruhları manastır yıkıntılarının arasından yükselip Tanrı'nın bizi affetmesine ve Marmara Denizi'ni kurtarmaya yarayacak ilahileri bize fısıldarlar mı?
(MT/PT)