Nitekim, ulusal siyasi iktidarların her türlü etnik ve bu nedenle de kültürel karşı duruşa belli bir içsel tepkiyi zorunlu hale getirmeleri, global olanla eklemlenme ihtiyacının neticesidir. Bunun gibi, ulusal olan içerisindeki farklı kimliklerin çoğunluğa karşı mücadeleyi alışkanlık hale getirmeleri de, yerelin uluslarüstüleşmesi olarak tanımlanabilecek olan küreselleşmenin -ulusal, bölgesel veya kentsel düzeyde küreselleşme; kü-yerelleşme, küre-kentleşme- kendi varoluşunu uzun vadeli kılmak için yerel olana olan zorunlu ihtiyacın bir sonucudur.
Dolayısıyla siyasi ve ekonomik alanda makro politikaların hüküm sürdüğü bir alanda, toplumsal alandaki her türlü mikro -ulusal ya da etnik- oluşumun özgünlüğünü/hassasiyetlerini öne çıkarma yönündeki ideolojik tavır alışlar, bir köşe kapmaca oyunundan öteye geçemez.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; geçtiğimiz yüzyılın başlarında yükselme eğilimine giren ulusalcı eğilimler, iki büyük uluslararası savaşa ev sahipliği yapmıştır. Ulusal hareketle birlikte gelişen ulusal -Keynesyen- refah devleti anlayışı da, ekonomik alanın tüketim açığını kapatmakla kendini yükümlü hissettiğinden olacak, hayali bir cemaat inşasını kendi devamlılığı için bir gereklilik haline getirmiştir.
Ulus adı verilen ve bulunulan coğrafyadaki farklı kültürlerin bir aradalığını referans alan bu yapılanma, tümel olanın tikel olan üzerindeki tahakkümünü meşru kılar. Tikel olan adına politika üretme yetisini kendine bahşetmekle kalmayıp; sermaye birikimini maksimize etmeye yönelmiş en önemli ekonomik araçtır. Tikel olanın gerçekliğini, mutlak gerçekmiş gibi, dayatan bu anlayışın geleneksel biçimi akıl ve doğa ilişkisinin bir erkek kadın ilişkisi olduğuna inanmıştır.
Siyasal olanın ekonomik olan doğrultusunda kendini araçsallaştırması kültürel üretimde de kendini göstermiştir. Kitle üretimine dayanan bir ekonomik alanın kitle tüketimini amaç edinen siyasal aracı, kitlesel talebin oluşması yönünde, standart ve tek tip ürün yelpazesini genişletmek yerine, farklı insani eğilimleri aynılaştırmak yönünde işlev görmüştür.
1870-1914 ile 1970 sonrası meydana gelen iki küreselleşme dalgasının birlikteliğine ket vuran bu dönem, aslında 1970'li yıllarda yaşanan krize eşlik eden bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeyle birlikte değişen sosyo-ekonomik ve siyasal "yönetişim" mekanizmalarının temel itici gücü olma işlevini yerine getirmiştir.
Nitekim, Türkiye'de 1980 sonrası görülen bu değişimler, farklı taleplere olan arzı çoğullaştırmakta ancak insan ihtiyaçlarını önceden belirleyerek, talep edenin "sözde" özgürlüğüne vurgu yapmaktadır. Meta piyasasının 'özgürlüğü', işgücü piyasasının 'özgürlüğü', girişimciler sınıfına dahil olmak 'özgürlüğü', sözleşme 'özgürlüğü', rasyonel bir kapitalist yapılanmada kâr üretilmesini ve daima yeniden üretilmesini gerektiren bir ekonomik sistemin temel özellikleridir.
Kültürel demokrasi olarak toplumsal alana aktarılan bu durum, bireysel olana vurgu yapmakta ve bu bireysel alan, toplumsal gerçekliğe ilişkin her türlü müdahalenin meşrulaştırıldığı bir alan haline gelmektedir. Farklılıkların sonsuz çeşitlilik içinde gerçekleşebilmesinin ancak kişilerin bireysel ve birbirlerinden farklı olarak gelişebilmeleri için onlara "fırsat eşitliği" tanınması durumunda mümkün olabileceği belirtilmektedir. Fakat bu tanımlama, ayrıcalık 'özgürlüğü'nün denetlenmesi gerektiğini, sınıflı bir toplumda özgürlüğün son tahlilde bir sınıfın diğerini; cinsiyet ayrımcılığının başat bir rol üstlendiği toplumda bir cinsin diğerini sömürme özgürlüğü olduğu öngörüsünü kapsamaz.
Kapitalizmin iktisadi gelişmesi ve iktisadi gelişme ile el ele yürüyen ideolojik dünya görüşü eşitsiz olmak zorundadır. Siyasal iktidar ile stratejik-ilişkisel bir statüye kendisini konumlandıran ekonomik elit, üretim çıktısındaki payını arttırabilmek ve "doymak bilmez" sermaye artığı maksimizasyonunu gerçekleştirebilmek yönünde tüm ideolojik araçlarını harekete geçirir. Bu durumun varlığı, kapitalist ekonomik gelişme modelinin salt ekonomik kavramlarla açıklanamayacağının ve kapitalist gelişim politikaların her daim toplumsala gömülü olması gerektiğinin altını çizer. Son dönemde büyüme rekoru kıran Türkiye ekonomisini ve kişi başına düşen milli gelir oranlarını, istatistiki verilerden sıyrılarak, bu çerçevede -reel ekonomi ve bölüşüm temelinde- değerlendirmek daha doğru olacaktır.
İnsana ilişkin her türlü olgunun atomize olması olarak tanımlanabilecek bu postmodern durum; bireyi özgürleştirmenin çok uzağındadır. Aksine, bireyi, sözde özgürleşim/boşalım alanları marifetiyle cinsiyetin, ailenin, kimliğin, ulusal olanın, şehirler arası şebeke ağının ve nihayetinde uluslarüstü olanın çizdiği iç içe geçmiş çerçevelerin/sınırlamaların tam ortasına yerleştirir. Bu doğrultuda, ulusal olanın ön planda olduğu modern dönemle, global olanın ön planda olduğu postmodern dönem arasında, bireyler açısından bir tek fark vardır: Sermaye birikiminin maksimizasyonunun sınırlar aşırı bir hal almasıyla birlikte, manipülasyon/yönlendirme sürecinin ulusal olan vasıtasıyla dolayımlanması...
Tüm bu süreci veri kabul ederek; son dönemde, Doğu ve Güneydoğu illerinde başlayan ve diğer birçok kentteki rahatsızlıkları tetikleyen eylemleri, yüzeysel bir etnik karşıtlık içerisine sıkıştırmak; dini ve etnik çoğunluk içerisindeki konumu verili olduğu halde, sistemin acılarını yüklenmek zorunda bırakılanları gözardı etmek önemli anlam kaymalarını beraberinde getirir. Nitekim, mevcut kâr mantığının tüm insan ilişkilerine biçim vermesi ve bu doğrultuda beşeri kimliğin değişim değerine endekslenmesi; sadece farklı etnik kimliklere yönelik değil, her türlü niceliksel/niteliksel farklılıklara yönelik bir "öteki"leştirme sürecini mümkün kılar.
Bu doğrultuda attıkları her adımda insanın varoluşsal temellerini ve ekonomi-politik gerçekliği temel alan "çoğunluk" insanlarının maruz kaldığı psikolojik etkileri ve sürüklendikleri politik nihilizmi de değerlendirmek temel önemdedir. Aksi takdirde, bu konudaki tüm tartışmalar, geniş anlamda egemen olanın, dar anlamda siyasi iktidarın zihinsel inşasını gizlemenin yanında üretilen politikaların faillerinin, tartışmaların sürdüğü alandan kendilerini soyutlamalarını meşru kılmaktan öte bir anlam taşımaz.
Muhafazakar demokrasi anlayışı, demokrasiye muhafazakar bir değer atfeder ve muhafazakar olmayı demokratik olmanın önkoşulu haline getirir. Dolayısıyla tüm demokratik tavır alışların muhafazakarlık çerçevesi içerisinde bir anlam ifade ettiğine vurgu yapar ve nihayetinde muhafazakar olan bir seçkin kitlenin, muhafazakar olmayan diğerleri üzerinde totaliter yönetimini meşru kılan bir yönetim anlayışını yansıtır. Bu yönetim anlayışının emek-sermaye arasındaki güç ilişkisi ve bölüşüm çelişkisi; özel alanda kadın-erkek arasındaki ilişkileri; ulusal alanda etnik ve dini kimlikler arasındaki ilişkileri; azınlık içerisindeki cinsiyet ayrımcılığı üzerinde ve nihayetinde aile ve eğitim kurumları üzerindeki etkilerini analiz etmek gerekir. Bunun için de, öncelikle siyaset felsefesinden başlamak, siyasal iktidarın "postmodern tahayyül"e kendini uyumlaştırma politikalarının çelişkisini ele almak gerekecektir.
Liberal demokrasinin, Thatcherizmin iki ulusun varlığına vurgu yaparak, ayrıcalıklı bir ulus temelinde yapılacak siyaseti meşrulaştırma arayışı ve bu doğrultuda tek ulus stratejisi etrafında şekillenen çoğunluğu yakalama/seslenme telaşı, etnik ve dinsel olmak üzere iki unsura dayanır. Bu durum, laikliğe varlıksal/ontolojik bir önem atfetmemekle birlikte onu sadece politik bir araç işlevi yüklemiş Türkiye gibi ülkelerde daha da belirgindir.
Dolayısıyla günümüzün muhafazakar demokratları, liberal demokrasiden aldıkları bu mirasın içeriğini daraltmaktan öte bir misyon yüklenemezler. Farklı kimliklerin dini birlikteliğine vurgu yapılırken ya da bir yandan globalizmin gelenekler üzerindeki olumsuz etkileri minimize edilmeye çalışılıp bir yandan ümmetçilik hedeflenirken yapılagelen hep aynıdır: Din temelli bir aradalık vurgusu aslında diğer kültürleri eritmek ve tek bir kültürü dayatmak anlayışının üstünü örten bir araçtır.
Özellikle Kürt halkı içerisindeki, egemen olanla mücadele aracının/alanının salt "kimlik" olduğu algısının, o bölgede hüküm süren ve önce egemen kültür sonra da egemen erkekler dolayımıyla etkisi artarak hissedilen "cinsiyet ayrımcılığı" üzerinde bir "örtü" olarak kullanılması gibi... Bu durum kendi talepleri için özellikle savaşması gereken cinsi, savunduğu taleplerin ne dereceye kadar kendi talepleri olduğu konusunda karanlıkta bırakmak gibi bir misyona sahiptir. Nitekim, erkeklere etnik kimlik üzerinden yapılan "soyut" baskılarla, erkeklerin kadınlara aile yaşamında/özel alanda uyguladıkları dolaysız baskılar arasında nitelik olarak bir fark yoktur; biri diğerinin devamı niteliğindedir.
Türkiye'de muhafazakar demokrasi, Türkiye'de, kapitalizmi yeniden üretmekten öte bir anlama haiz, politikaya muktedir değildir. Muhafazakar demokrat siyasi iktidar, kültür olgusunu din hizmetine koşarak/kültür ve din olgusunu bir arada kullanarak, halkı kültürel idealler peşinde sürüklemek marifetiyle kültürel ötekileştirme ve yabancı düşmanlığına zemin hazırlamaktadır.
Daha ironik olanı ise; din olgusunu toplumsal bir genel-geçerlikten, bireysel bir göreliliğe dönüştüren modernizmin temel ekonomi-politikalarını uygulayarak muhafazakar olma misyonunu da ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcut muhafazakar demokrat siyasi iktidarı, ne muhafazakardır ne de demokrat...
Nitekim mevcudiyetini uzun vadeli kılmak/kendi iktidarını yeniden üretmek yönünde kamuoyu oluşmasına zemin hazırlayacak en önemli araç olan 'tüketim'in, enflasyonist baskısını gizlemek yönünde yapılan sayısal hileler, istatistiki verilerin toplumsal işlevine ilişkin bilgi verir.
Bu durum, en temel ekonomik birim olan ve kamusal-özel alan ayrımına Antik Yunan'dan başlayarak anlam veren ailenin genişleyerek -işin, ölçülmediği ve karşılığının ödenmediği eviçi sektöründen, ölçüldüğü ve ekonomik bir değer kazandığı kamu sektörüne aktarılması...- kamusal alanı tahrip etmesini de meşru kılar. Dolayısıyla kamusal alana anlam veren özel alandır ve yine kitle iletişimi vasıtasıyla özel alanın kamusal talepler yönünde şekillendirilmesi -piyasa vasıtasıyla kamusal olana biçilen sosyal itibar payesi...- kapitalist bir toplumda kamu-özel ayrımının yapaylığına ilişkin ipuçlarını da içerir. Kamusal ve özel olanın bu çakışması/aynılığı doğrultusunda; toplumun verili olanı kabul ederek arzularını, isteklerini, dürtülerini bastırması amaçlanırken, bir yandan da bireyci çabalara bu yaşam alanının açık olduğunun mesajı verilmekte ve bu sayede insanların doyumlarını ertelemesi meşrulaştırılmaktadır. (GG/TK)