Paylaşmak acıyı dindirir belki diyerek yazmaya başladığımda gözüme yuvarlak gözlükler takılıyor. Sabahattin Ali’nin gözlükleri gibi yuvarlak, Uğur Mumcu’nun gözlükleri gibi kırık. Bir çift ayakkabı takılıyor gözüme; delik. Öylece çekiveriyorlar betonun soğuğunu; üzerinde bir gazete parçası. Sonra bir anneyi hatırlıyorum eteklerinde çocuğunun kollarını taşıyan. Uçak sesleri duyuyorum, bomba saçıyor uçaklar. Derelere gömülüyor insanlar, dereler kanın sesini çağlıyor. Sahi, yaşından çok mermiyi yakıştırmışlardı küçücük bir oğlanın bedenine. “Evladı Kerbelayıh ayıptır, günahtır, zulümdür.” Titreyen bacakların yaşama isteğini çalan bir kurşun oluyor vicdan. İşaretlenen kapılar, duvarlara fırlatılıp bebek olma şansı elinden alınanlar çıktı mı sahi kabuslarımızdan? Boynunda isimlerini darağacına götüren çocuklar hep aynı yaşta kaldı, unuttuk mu onları?
Ne kadar öldük… Ağaçları korurken öldük, ekmek almaya giderken öldük, çoğunluktan farklı olduğumuz için öldük, oyuncak götürürken öldük, zincirleri kırmak istediğimiz için öldük, hakkımızı ararken öldük: sorguladığımız için öldük. Başında kasket, gözüne asla unutmayacağı anlar dolmuş yaşlı bir adam oluverdik bir hastane önünde; ceketinde kan ve deri parçaları… Aynı kuşun peşinden koştuğu arkadaşının canını ayakkabısında leke olarak taşıyan bir kadın… Yanımızda getirdiğimiz 9 yaşındaki çocuğumuza toprak ettik gözyaşımızı. Üzerimize örtülen pankartın altında sıkılı kaldı yumruğumuz. İsimsiz kaldık, dişimizden anlaşıldı kimliğimiz. Öldük. Ne kadar da çok öldük.
Tanımadığımız insanlara sarıldık, daha önce hiç görmediğimiz insanların suyundan içtik. Çünkü orada olan herkesin tek derdi artık umudu görmekti. Ama öldük. Üstelik öleceğimizden kimsenin haberinin olmadığına inandırmak istediler bizi. Patlamadan önce alandan uzaklaşıp patlamadan sonra gelip üzerimize saldıran polise rağmen öleceğimizi bilmediklerini söylediler. Art arda patlayan bombalar gökyüzünden kimseden görmeden mi inmişti tıpkı Suruç’ta üç gün önceden istihbarat alınmamış gibi? Haberleri yoktu, gereken her şey de yapılmıştı üstelik. Artık boşaltacak köy kalmamıştı; ama bu topraklarda istenilenden fazla “farklı” insan yaşıyordu. Aynı tip olmalı, olamıyorsak da korkup sinmeliydik bir köşeye. Sahi, nasıl da korktuk öyle.
Yaşayanlar için başı dik durmak daha zor aslında. Çünkü ölmeye devam ettikçe yaşamaktan bir parça daha yitiriyor insan. Çünkü ölmeye devam ettikçe daha fazla öfke biniyor omuzlarına. Yaşamı kaybetmiş biri için daha fazla kaybedecek bir şey kalmıyor sonunda. Yüzümüzdeki kırışıklık oluyor bütün o güzel insanlar; kalbimizin bozulan ritmi, boğazımıza dönüp dolaşıp yeniden düğümlenen ağıtlar oluyor. Savaşın gölgesinde yok olmamaya, bu kadar acının altında çökmemeye çalışıyoruz. Ölmeye devam ettikçe sahi, diyoruz, biz neye küsmüştük birkaç gün önce. Kime kızmıştık yapması gerekeni unuttu diye tek gerçek ölümken hayatta? Halay çekerken dönüp arkamıza bakmayacak mıyız artık? “Canlı var mı, canlı?” diye bağırmayacak mı bir ses sürekli kulaklarımıza?
Biz öldük. Biz, istekleri önemsenmeyen halk... Kendi isteklerine ulaşmak için kırmaktan çekinmedikleri halk. Yazık… Ne kadar da öldük. (BK/EKN)