Nesillerdir İstanbul’lu olmamıza rağmen Türkçe telaffuzumda “ana” dilim Rumca ve “baba” dilim İtalyanca’dan kaynaklanan “yabancı” aksanım, hayatım boyunca Türkiye’de “Nerelisin?” sualiyle karşılaşmama sebep olmuştur. “İstanbul’luyum” desem de, içimi kıyacak bir ısrarla tekrarlanan “Hayır, hayır, esas nerelisin?” misali sorular, muhatap olduğum şahısların mantıken tıkandığını, “erör” verdiğini ispatlar. Aslında ne demeye çabaladıklarını anlarım, lakin onlara okullarda asla öğretilmeyen ama bir şekilde bildikleri ve beni “kendi gibi” olanlardan soyutlamak için çaresizce çırpınmalarına yol açan hakikati kendilerine tepside sunmayı artık reddediyorum.
Oysa bir zamanlar İstanbul’lu hemşehrilerimin büyük çoğunluğu geniş ekalliyet cemaatlerinin varlığını gayet iyi bilir, hatta muhtelif telaffuzlardan yola çıkarak hangisine ait olduğunuzu tahmin edebilirdi.
Lakin sonunda cumhuriyetin milliyetçi projesi İstanbul’da da amacına ulaşmış, azınlıklar bir avuç kalmıştı. Aile büyüklerimizden bazılarının coğrafyanın kadim halklarından olması bir yana, asırlardır kök saldığımız şehrimizde genel trende paralel olarak, artık küstahlığa varan seviyede “yabancı” muamelesi görüyorduk. Artık benim de “Türkçe’yi bizden iyi konuşuyorsun ama”, hatta “Bravo!” gibi yalakalıklara da tahammül edecek, kibarca gülümseyecek hâlim kalmamıştı.

Fakat hiçbir şey bir İtalya İtalyanı’nın beni kafasına göre kategorize etmeye çalışması kadar provoke edemez.
Ne de olsa Türkiye’de halk, az çok tek tip kimliğe odaklanmış rejimin kurbanıydı; mazinin mümkünse unutulması, hatta silinerek yepyeni ufuklara doğru yelken açılması istenmişti. Nitekim geçmişte aşırı haklar tanınımış “yabancı” kökenliler hoşgörüyü suistimalle karıştırmışlar, halka ait olması “varlıkları” sömürüyle gasp etmişlerdi: Kısacası azınlıklar tukakaydı ve muhakkak ki “ötekiydi”!
Oysa İtalya halklarının bilhassa Denizci Cumhuriyetler’in parlak dönemlerinde tüm Akdeniz’de babalarının çiftliğiymiş gibi dolaştıkları en azından tarih kitaplarında kayıtlıydı. Kostantinopolis’in de dahil olduğu muhtelif liman kentlerinde kurdukları şanlı koloniler İtalya yarımadası ahalisinin bir zamanlar ne kadar atılımcı, cesur ve egzotik diyarlarla armoni içinde olduğunun ispatıydı.
Bu gurur duyulası malumat İtalya Eğitim ve Dışişleri Bakanlıkları koordinasyonunda faaliyet yürüten Tophane’deki İtalyan Lisesinde nesillerdir okuduğumuz resmî müfredat kitaplarında da vardı, çizmenin tümünde kullanılanlarda da. Karşılaştığım her İtalyalı’nın İstanbul’da İtalyan Hastanesi’nin, rahibe ve papazlar tarafından idare edilenler en başta olmak üzere okulların, İtalyan Ticaret Odası’nın, İtalyan İşçi Cemiyeti’nin, sonradan İtalyan Kültür merkezine devşirilmiş İtalya Evi’nin, İtalya’dan yönetilen muhtelif kiliselerin varlığını bilmesini tabii ki beklemem. Coğrafyamızda asırlar boyunca denizcilik, gemicilik, sigortacılık, bankacılık, ticaret, opera, futbol, yelken ve daha birçok alanda aktif varlık göstermiş Doğu İtalyanlar’ı Levantenler’in Türkçe diline kazandırdıklarını bilmelerine de tabii ki ihtimal vermem.
Lakin ağzımı açmamla birlikte karşımdaki İtalyan’ın suratında belirgin bir şaşkınlıkla içine düştüğü müphemliği bertaraf etmeye çalışmasına defalarca şahit oldum. Telaffuzumda muhakkak ki konuştuğum diğer dillerin az çok tesiri vardır; fakat evde babamdan ufacıkken öğrenmeye başladığım ve anaokulundan lise sona kadar eğitimini muntazaman almayı sürdürdüğüm İtalyanca dilini mümkün olduğunca düzgün ve duru bir telaffuzla kullanmaya çalışmam fayda etmez. Ömrüm boyunca pasaportuna sahip olduğum resmî “Anavatan”ımda yaşadığım muhtelif dönemler ve diplomatik çevreler dahil İtalyanca’mın gayet faydalı olduğu profesyonel yükümlülüklerim de cabası.
Kafama kakılırcasına sorulan “Nerelisin?” suali Türkçe’den çok daha tesirli biçimde, İtalyanca olarak karşımda kazık gibi dikilip durur.
İçgüdüye evrilmiş, karşılarındakini hemen kategorize etme ihtiyacını karşılamadıkça İtalyanlar’ın kıvrandıklarına hayatım boyunca defalarca şahit oldum. İtalyancam belki Faşizmin dayattığı muhafazakâr resmi dile veya kitap diline daha yakındı, dolayısıyla İtalya’da yerel kimlikleri belirgin şekilde ele veren şivelerden ve lehçelerden ne yazık ki bende eser yoktu. Bu durumda kategorize olmam nererdeyse imkânsızdı.

Eskiden çok daha hızlı şekilde karşımdaki İtalyanlar’ı rahatlatlatmak üzere malumat versem de artık onları uzun süre kıvranırken seyretmeyi tercih ediyorum. Tespit edilip teşhis edilemeyenle cebelleşenlerde azıcık da olsa bir iyi niyet veya kültürel altyapı sezerek “İstanbul’luyum” dediğimde, gene çok yüksek oranda “Haaa şimdi anladım, Türksün!” karşılığını almam beni şaşırtmaz ve bazen “Hayat keşke bu kadar da basit olsa!” deyip muhtelif açıklamalara soyunurum.
Narsizm ve taşralılık kurbanı “çizme” halkı ne hikmetse, sadece kendi hâkimiyetleri altındaki coğrafyada doğan ve ikamet eden vatandaşın İtalyan’lığını kabul ediyorlar. Başka diyarlara taşınıldığında nedense kimlik yitimine maruz kalan ve süfli tahayyüllerinde kolaylıkla asimile olanları kendinden sayamaz.
Şanlı ABD’ye taşınanlar belki bu kapsamın dışında kalır, ama gezegende de her yer ABD değil ki şekerim!
Milliyetçi zihniyetin tıkadığı beyinler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan ve aslında epeyce müdahaleye uğramış demografik dokunun bir anda tamamıyla Türk’leştiğini sanacak kadar sığlaşmıştır.
Her ne kadar iki millet arasındaki magazin değeri taşıyan benzerlikler sık sık gündeme getirilse de, İtalyanlar için “Türk” korkusu din farklılığıyla birleşip “Barbar” Doğu’nun vücut bulduğu bilinmezde somutlaşır.
Kendi gibi olmayanı belirli bir mesafede tutmak, ötekileştirmek, hatta püskürtmek, belki hatırlamaktan, mümkünse öğrenmekten, gerekirse yüzleşmekten ve dolayısıyla barışmaktan muhakkaki ki daha zor bir hâle gelir.
Aradan geçen uzun senelere rağmen kolonyalist mazisiyle pek hesaplaşamamış, hatta kısmen de olsa bu pratiklerini halen sürdüren ülkelerden Hollanda ise şimdilerde yükselen ırkçılıkla boğuşuyor. Aşırı sağcı siyasetçi Geert Wilders’in zar zor kurduğu hükümet kısa zamanda çökmüş olsa da tüm Avrupa’da olduğu gibi, rüzgâr değirmenlerinin şirin diyarında da Faşizmin ayak sesleri fazlasıyla duyuluyor.
Dünya prömiyerini Tribeca’da gerçekleştirmiş "Bana İstediğini Sor (Ask me anything)" adlı belgesel Sudanlı mülteci Abdulaal Hussein’in Hollanda’da dahil olduğu bir projeyi karşımıza getiriyor. Yönetmen hanesinde adını gördüğümüz gencecik kadın sinemacı Wyneke Van Nieuwenhuyzen önyargılar, ayrıcalıklar ve sosyal eşitsizlikler hususunda hassas olduğunu belirtiyor. 2024 Hollanda yapımı 15 dakikalık belgeselin kahramanı Abdulaal çoğunluğu beyaz Hollandalılar’dan müteşekkil grupların toplandığı mekânlarda mülteci olmanın ne demek olduğunu anlatıyor. Hazır bulunanların ona yöneltecekleri suallerde herhangi bir kısıtlama olmaması talebi aslında yönetmen Wyneke’nin insanları düşünmeye sevketme ve tartışmaya yüreklendirme ülküsüyle birebir örtüşüyor.

Bazen orta sınıf, bazen kalburüstü imaja sahip orta yaş ve ötesi katılımcıların Abdulaal’e gayet sıcak davranmaları bir yana, bilhassa kameranın varlığıyla nezih bir imaj sergileme hususundaki ihtimamlarına şaşırmamak lazım.
İyi niyetli küçük burjuva nezaketi kapsamında gerçekleşen bu soru-cevap dinamiğinde, salonu dolduran şahısların birbirlerine rezil olmamak için de aslında uzak diyardan gelen kahramanımıza içlerinden gelen sualleri serbestçe soramadıklarını düşünüyorum.
Irkçılığın dört nala koşturulduğu Hollanda’nın kösteklenmiş güruhları seviyesinde çok daha damardan bir ırkçı sualler repertuarıyla karşı karşıya kalabileceğimize eminim.
Bütün bu dizginlemeye rağmen, aslında bir iltifat olarak dile getirilen, lakin içinde bariz önyargılar barındıran ilk ve en baskın sual “Flamanca’yı nasıl bu kadar güzel konuşuyorsun?” oluyor.
Başka bir diyardan, başka bir kültürden gelen, üstelik başka bir ten rengine sahip bir yabancı tarafından bir dilin iyi bir seviyede konuşulması insanları neden şaşırtır ki?
Bu, dar görüşlülüğün, üstünlük kompleksinin, hatta ırkçılığın dışavurumu sayılabilir mi?
Abdulaal istifini bozmadan, dilleri hakikaten sevdiği için Flamancayı da seve seve öğrendiği babında nazikçe bir şeyler söylüyor.

Organizasyonun lokomotifi olduğu anlaşılan Rotary kuruluşunun bazen taşrada tertiplediği toplantılar genelde neşeli bir hava içinde geçiyor. Bu sıcak ve rahat atmosfer, belirli bir gerginlikle salona varıp faaliyete biraz çekinerek iştirak edenlerin, temiz giyimli Abdulaal’ın sıcak, samimi, zeki ve güven veren varlığı sayesinde gevşemeleriyle beraber mümkün oluyor: “Keşke tüm mülteciler senin gibi olsa!”
Gene iltifat amaçlı bir lakırdının aslında ne kadar çarpık bir düşünce yapısının ürünü olduğunu hemen idrak ediyoruz.
Toplantıya iştirak eden Hollandalılar’ın sanki Sudan’ın Suriye’yle çok yakın bağları varmış gibi, tüm mültecileri aynı kefeye koymak suretiyle Abdulaal’den Suriyeliler hakkında tüyo almaya çalışması, cehaletlerini olduğu kadar önyargılarını da afişe ediyor. Suriyeli komşuların baskıcı toplumsal değerlerinin zanlısı sanki Abdulaal ve tüm Müslüman dünyası oluyor, Abdulaal’ın karşısındaki Hollandalılar’a teflon tava misali hiçbir şey yapışmıyor.
Mültecilerin memleketlerine gelmelerine sebep olan vatanlarındaki dinamiklerin hakikaten de dramatik olup olmadığına dair şüpheler de bir şekilde dışa vuruluyor; ne de olsa bir yardım yapılacaksa, Hollanda’da ikamet izni verilip birileri “misafir” edilecekse, bunun hak edene yapılması vicdanların gerçekten rahatlamasına yol açacaktır.
Lakin toplantıların esas amaçlarından biri gibi lanse edilen, kimi Hollandalı’nın neredeyse hiç tanımadığı mültecileri tanıma ve mülteci problemleri hakkında malumat sahibi olma misyonu, ite kaka gerçekleşmiş oluyor.
Beni en çok heyecanlandıran sual ise: “Hangi dilde rüya görüyorsun?”.
Kahramanımız bazen Arapça, bazen Flamanca, bazen de Rotaryence deyince salonda kahkahalar kopuyor.
Ben de kendi dünyama dalıp Türkiye’de yaşarken Türkçe, İtalya’da yaşarken İtalyanca, Yunanistan’da yaşarken Rumca düşünüp rüya gördüğümü hatırlıyor, lakin sayı mevzusuna gelince, Beyoğlu’ndaki İtalyan rahibe ilkokulunda bana öğretildiği şekilde, sayıları daima İtalyanca saymaya ve İtalyanca hesap yapmaya sanki beni asla kendinden saymamış kolonyalist güçler tarafından mahkûm edilmişim hissiyle baş başa kalıyorum… (Kıyamaaam!)
(RL/EMK)







