“Ne işiniz var Avustralya’da?
"Oraya gidip ikinci sınıf vatandaş olarak mı yaşayacaksınız?”
Ufuk açan bu cümle üzerine tüm planlarımızdan vazgeçtik. Zincirlikuyu metrobüs durağına gittik, koltuk kapmak için verdiğimiz taktiksel mücadelelerin ardından birinci sınıf vatandaş olarak eve döndük..
Hayır, göçmen olma hikayesi böyle son bulmadı tabii ki… Ancak, ülke değiştirme kararı vermişken bu cümle üzerine biraz daha düşünmedik desem yalan olur! Öyle ya, 20 gün içinde ülke, kıta, mevsim döngüsü, gökyüzündeki görmeye alıştığımız kutup yıldızı, sokakta konuştuğumuz dil, hatta sinirlendiğimizde ettiğimiz küfür bile değişecekti. Bunun yanında yıllarca inşa ettiğin kariyerine devam edemeyebilirdin de?
Değer miydi gerçekten?
Bu soru üzerine saatler bile harcamadık. Cevap basitti çünkü.
Değer!
Çünkü Türkiye’de kendimi birinci sınıf vatandaş olarak hissetmedim hiç. Kişisel hak ve özgürlüklerden tut, İstanbul’da hayatın içinde, toplu taşıma kullanan kadınların sıkıntılarını üzerine ekle, iş hayatında kadın olduğun için yaşadığın problemleri, verilmeyen hatta koprarırcasına senden alınmaya çalşılan doğum izni ve süt izni haklarını, üzerine kolayca yapıştırılan etiketleri, çalışıp çalışıp bir türlü hakettiğin maaşı elde edememen…
Farkettim ki bir çok şeyde zaten birinci sınıf vatandaş değildim.
“Eğitim Şart!” da Nasıl?
Hemen hemen her aile gibi bizi de harekete geçiren çocuk sahibi olmaktı. “Hiç yapmam” dediğim şeyi yapıp, 7 aylık hamileyken koştur koştur okul araştırmaya başlamıştık. Çünkü iyi eğitim alacağını düşündüğümüz ve geniş olanaklara sahip okullar erken kayıt konusunda bir hayli erkenciymiş. Çocuk doğduğunda, eskiden ebeveynler göbek bağı gömerlerdi üniversite bahçesine. Şimdi cüzdanlarınızı anaokuluna gömmenizi bekliyorlar sizden.
Bunun yanında çocuğun sanat dalıyla ilgilenmesini, spor yapmasını da istiyorsak cüzdanı da, göbek bağını da gidip Bill Gates’in malikanesinin bahçesine gömmenin akıllıca olacağını düşündük. Bu fikirlerle gel gitler yaşarken, ‘öylesine’ yapılan bir iş başvurusunun kabul edilmesi, “Yürüyün, gidiyoruz!” sevincine dönüştü evde. Yaklaşık bir yıldır buradayım. Hiç bir gün, hiç bir saniye pişman olmadım. Olmadık..
Anneliğin en göçmen hali..
Doğumu normal yoldan yapıp yapamaman, bebeğini emzirip emzirememen, dışarı çıkarken çocuğunun üzerine giydirdiğin kıyafetin yeterli olup- olmaması...
Hastane çıkışından, asansöre binerken bile alacağın eleştirilerin bir kaçı bu sadece. Diğerlerini gündelik hayata adım attığınız andan itibaren tecrübe edebilirsiniz. Toplum olarak bazı konularda ‘çok biliyoruz’ ve had aşarak, açık sözlülük ve yardımseverlik kalkanları altında dilimizle eziyet ediyoruz birbirimize.
Diğer taraftan çocuğun normal davranışlarından baya bir rahatsız oluyoruz. Türkiye’de yaşayan kadınlara sorun. Hepimize gına gelmiştir şu "Yabancıların çocuklarına bak, hiç ağlıyor mu?" lafından.
Geçen aylarda, önde gelen isimlerden biri yine aynı şeyden dert yanmıştı hatırlarsınız. “Türkiye'de çocuklar çok ağlıyor, şımarıklar, tatil yerlerini birbirine katıyorlar.” diye dertleniyordu. Yıllardır dillere pelesenk olan bu “milli deyiş, benim derime nasıl nüfuz ettiyse, dışarı çıktığımızda öyle gergin oluyordum ki birisi laf söyleyecek, "Sustur artık şunu!" diyecek diye. "Anne olduğunda ne anladın?" diye sorsalar ilk cevabım "Özellikle annelere karşı ağır baskı uygulanıyor toplumda..." diye başlar yer yer faşizan tepkiler gözlemlediğimden dert yanabilirim.
Bebekler için bebek arabası kullanmak bile büyük bir sorun mesela. (Google'a "bebek arabası terörü" diye yazın da yorumlara bir göz atın.) Bu düşünce beni bir hayli yıpratmış, yormuş. Onu idrak ettim göçmen anne olarak.
Burada hayatında ilk ne değişti diye sorsalar, artık çok rahat annelik yapıyorum derim. Çünkü çocuklar her yerde. Cafede, barda, konferans salonunda, katedralde, kilisede, camide, müzede, sanat sergisinde, kütüphanede... Her yerde olsunlar diye de özellikle etkinlikler düzenleniyor.
Koca şehirde her gün muhakkak bir kaç organizasyon var. Bedava ya da cüzi bir miktar karşılığında. (Zaten çocuk için devlet ayrı bir ödenek veriyor size.) Çocuklar anne- babaları ya da bakım veren kişilerle birlikte geliyor. Oynuyor, ortalıkta koşuyor, kahkahalar atıyor ve o çocuklar inanamazsınız ama bazen ağlıyor! Tepinerek, yuvarlanarak ağlıyor ve kimse dönüp sizin anneliğinizi ve babalığınızı sorgulamıyor. Dik dik üzerinize dönen bakışlar da yok. Çocuk büyüdü mü? O da kolay... Devlet okulları, sıralamalarda en üstlerde yer alıyor. Çok isterseniz özeli de var tabi. Eğitim ezbere dayalı değil. Hatta ilk okulda büyük bir kısmı yoğun derse bile dayalı değil.
Göçmen olmanın zorluğu hiç mi yok?
Olmaz olur mu? 39 yaşında ülke değiştirdim. Kendi ülkemde sahip olduğum iş tecrübesi burada bir hiçti. Çünkü Avustralya’da iş tecrüben yoksa, sen de yoksun. “Her şeye yeniden, sıfırdan başlamaya hazır mısın?” sorusuna cevap vermek gerekiyor belki de. Sonra da sahip olduğun hakları öğrenmen, kendine yeniden bir kariyer inşa etmen gerekiyor. Öte yandan burada yaş bariyerine çarpmıyorsun. Herkes, her yaşta, yeniden her şeye başlamaya hazır burada.
Zihniyet bu yönde. Sosyoloji yüksek lisansı yaparken, sınıf arkadaşın 50 yaşında eski bir itfaiyeci olabilir mesela. Öte yandan yeniden çevre edinmen gerekiyor. İletişim kurmak da zaman istiyor. Melbourne’de 200 ayrı dilden, ayrı kültürden insan yaşıyor. Her dilin “merhaba”sını öğrenmek istesem 200 kelime ezberlemek zorundayım. Çok kültürlülüğün en fazla görüldüğü ülkelerden biri Avustralya. Bunun avantajı, bir çok ülke ile karşılaştırdığında kendini dışlanmış, azınlık, öteki olarak neredeyse hiç hissetmemen. (Hiç hissedilemeyen ülke yok, onu unutun!)
Öte yandan “Kendini ne zaman bir ülkeye ait hissedersin?” sorusunu cevaplamak da zor. Genel geçer yorum “Diline hakim olduğunda aidiyet başlar” yönünde ancak, yeterli değil. Mesele o dilin kültürünü edinmekte, edebiyat parçalamakta. Dil, kültürü de içinde barındırır çünkü. Renkli benzetmeler, espiriler, hatta hüzün, keder vardır içinde. Ahmet Kaya, Sezen Aksu, Galatasaray- Fenerbahçe derbisi, "güle güle oturun, çok yakışmış üzerinde paralansın, eline sağlık" gibi şeyler vardır.
Burada insanlar keder bilmiyor. Siyaset konuşmayı seviyorlar ama bizim gibi bir yemek masasında “hükümeti kuracak” kadar değil. Sanki “Atmosferin dışında bir cisim var.” tadında konuşuyorlar. Bunlar da biz Türkeri tatmin etmiyor. Biz bu konularda çok heyecanlıyız malûm. Evet, cok milletten insan var ve bu, zenginlik yarattığı kadar iletişimi de sığlaştırıyor. Bir masa etrafında beş kültürden birileri oturuyor olsa, o muhabbet beş kültürün kesiştiği, ortak alan içinde döndürmelisin.
Dolayısıyla çok derine inmeden, gazete başlıkları verir gibi yapılan konuşmadan öteye gidemiyorsun. Çevre edinmek, arkadaş ortamı kurmak, derinlemesine muhabbetler yapmak için ise zaman, mekan ve ortak anılar gerekiyor. Zaman ve ortak anılar, saatin işlerliğine kalmış, mekanın büyük bir kısmını ise göçmen kadınlar platformu sağlıyor.
Yeniden başlasın...
İşe giderken servis aracının kullandığı aynı güzergahtan, yemek yerken kullandığım tabağın aynı olmasından sıkılan, eve giderken bile yürüdüğüm yolu değiştiren biriyim. O yüzden “göçmen olmak” kavramı kafamda beni yoran ya da hüzünlendiren bir içeriğe sahip değil. Kişisel olarak zaman zaman elbette ki sorunlar yaşıyorum.
En ucuz marketi bulmak, bürokratik işlemlerin nasıl yapılacağını anlamak, doktora gittiğinde hastalığını anlatmak için "kıkırdak ne demek" diye sözlük araştırmak. Ancak “kadın olmak” olduğun yere çabuk adapte olmayı sağlıyor.
Biz karakter olarak "çok işi birlikte yapabilme" kapasitesine sahibiz galiba. Kadın “ocakta soğan kavrulurken, çamaşırları da makinaya atıvereyim, hazır yemek pişerken de yerleri bir sildirivereyim, o sırada çocuğumla da biraz zıplayabilirim” gücünde çünkü. Bagajımızda taşıyoruz bu hali ve sürekli, gittiğimiz her yere götürüyoruz. Dolayısıyla zor başlayan her şeyi, kolaylaştırıyoruz. Göçmen kadın/göçmen anne olmak da bu demek sanırım. (YAB/EMK)