O günden bugüne gördüğüm her yazıyı okuyorum. O alanda bizimle aynı acıyı yaşayanlar, gelemeyip TV’den, telefondan ya da bir fotoğraftan katliamın haberini alıp ses olmaya çalışanlar... Yazanlar, çizenler, anlatanlar... Var olun. Ama bendeki duygu, o günden bugüne hep eksiklik oluyor. Sanki hiç bir harf, kelime, ses yetmiyor... Biri çıksa ses olsa, hece olsa, dil olsa diye geçiriyorum aklımdan. Ama kim ne kadar anlatırsa anlatsın, hep eksik kalacak sanki... Eksik kalacağız gibi...
O günü yaşayan çoğu insan gibi ben de bütün gerçeklik algımı yitiriyorum. Yaşadıklarımın, gördüklerimin bir bölümünü kendime anlatıyorum sürekli, sonra başka bir bölümünü. Arkasından sorular geliyor hiç de akli selim olmayan, fakat benim için bugün yaşamak kadar manalı olan sorular. Nasıl ölmedik? Nasıl ölmedim? Nasıl yaralanmadım? Arkadaşlarıma, aileme, hatta patlama anında eliyle bileğimi sıkı sıkıya kavrayan arkadaşıma günlerdir bunu soruyorum: Nasıl ölmedim?
Patlamanın olduğu alana 4-5 metre uzaklıktaydık en fazla ya da biz böyle hatırlıyoruz. Patlama olduğu esnada Bünyamin bileğimden tutup çekti beni, durduğumuz yerde eğildik ve sonra ikinci patlama oldu. Saniyeler sonra ayağa kalkıp arkamıza baktığımızda öbek öbek kanın içinde ölü ve yaralı bedenler, onlardan etrafa saçılmış et parçaları, çığlık atanlar, koşanlar, feryadı figan edenler… Saniyeler içinde oluyordu olan biten her şey, ama sanki zaman en ağır haliyle ilerliyordu: Şarkılar ağıta, coşku dehşete, şenlik katliama dönmüştü. Hepsi birkaç saniye içinde olmuştu ve ben hepsini görmüştüm.
Bünyamin, ilk patlamanın yaşandığı alana koşmaya başladı. Ben büyük bir soğukkanlılıkla arkasından ağır adımlarla yürüdüm ve bir taraftan yerde iç içe geçmiş, birbirine benzeyen ve aslında hiç de benzemeyen insanlara bakarak adım atmaya çabalıyordum.
Fakat niye bilmem, patlamanın olduğu yöne değil, giriş yaptığımız alana doğru yürümeye başladım. Aslında korku hissetmiyordum, aslında hiç bir şey hissetmiyordum. Etrafımda baktığım, gözümün değdiği her şey bir boşluğa dönüşüyordu, o kadar.
‘Senin adın Ali mi?’
On, onbeş adım sonra, kollarını iki yana açmış, kan ve et parçaları içinde yatan bir genç gördüm. Yüzüne eğilip 'İyi misin?' dedim. İyi olduğunu anlatma gayretiyle gözlerime baktı. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum, onu yerden kaldırıp sağ kolumu beline dolayarak yürümeye başladım. Bir yandan onunla konuşup adını öğrenmeye, bir yandan kanayan burnuna tampon yapmaya çalışıyorum. İsmini sorduğumu anladığında boynunu gösterdi bana, boynundaki dövmede Ali yazıyordu. Emin olmak için bağırarak birkaç defa daha sordum, 'Senin adın Ali mi?' Ali, 'Seni duymuyorum abla, hiçbir şeyi çok duymuyorum' diye karşılık verdi.
Sonra birden durup oturmak istedi. Onu kaldırıma götürüp biraz dinlenmesi için zaman vermeye ve yardım bulmaya karar verdim. Kaldırımın kenarında iç organa benzeyen kanlı et parçaları gözüme çarptı. Basmamaya çalışarak, sonra da öfkeyle bir daha baktım. Öfkelenerek baktım, çünkü ilk anda aklıma, hayvanlar yesin diye etrafa bırakılmış kanlı et parçaları geldi. Ve içimden, ‘Ne iğrenç insanlar, kanlı etleri hayvanların önüne koyuyorlar’ diye geçirdim. (Beni tanıyanlar bilir, ben hem vejetaryen beslenen biriyim hem de bu vejetaryenlik mevzusunun dışında, ne kana ne de kanlı ete bakabilirim.) Aklımın bir yerinden onların insan organları olduğu geçiyor, ama yüreğim bunu hızla ve net bir tavırla ret ediyor. O an bu gerçeği kabul etseydim ne olacağını, nasıl davranacağımı gerçekten biliyorum.
Ali ile tekrar alandan çıkmaya çabalıyoruz. Birden durdu ve ‘Beni bırak, ben gelmeyeceğim' demeye başladı. HDP kortejinde kuzeni ve arkadaşı da varmış, patlama oluncaya kadar yan yanalarmış. 'Onlara ulaşmadan gelmeyeceğim' dedi.
Ben Ali'yi ikna etmeye çalışırken yanımızdan geçen kadınlar Ali'yi görüp çığlık atıyor, ağlıyor. Biraz daha metanetli olanlar peçete verip su uzatıyor. Hatta bir genç çantasından çıkarttığı tişörtü Ali’ye giydiriyor. Bir-iki sağlıkçı geliyor yanımıza, Ali'yi ayaküstü muayene edip üstündeki kanın ve et parçalarının ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Sonra hızla vücuduna, kafasına bakıp durumunun çok acil olmadığını, iyi göründüğünü, ama duyma kaybı yaşayabileceğini söylüyorlar.
Bu arada ben Ali’nin kuzenini aramaya ve onu sokaktan çıkmak için ikna etmeye çabalıyorum. Bir silah patlıyor o anda, tam karşımızda. Korkuyu ilk hissettiğim an, o an oluyor. Sivil giyimli biri silah sıkıyor. Havaya mı, etrafa mı, pek anlamıyorum. Bir sürü insanın öfkeyle o adama doğru koştuğunu görüyorum sadece. Ali’yi kucaklayıp karşı caddeye geçiriyorum ve eğilerek yürümeye çabalıyorum. Ve nihayet sokaktan çıkıp, yanlış hatırlamıyorsam, HAVAŞ’ın olduğu caddeye doğru geçebiliyoruz.
Sonra üç güzel kadın önümüzü kesiyor. Ali'nin, o ana kadar fark etmediğim kaşının üstündeki yarası için çok endişelenip onu hastaneye götürmek istiyorlar. Telefon numaralarımızı alıp veriyoruz o panikle. Ali ile ilgilenecekler, bana bilgi verecekler, söz veriyorlar.
Alana geri dönüyorum. Dokunabildiğim kadar insana dokunma kararlılığıyla varıyorum alana. Ve az önce olanları unutmuş gibi tekrar buz kesiliyorum. Orada olan herkes gibi yerde yatan insanlara dokunmaya çalışıyorum, ama aklım bir yandan benimle oyun oynuyor.
Çirkin, hem de çok çirkin tahminler yaptığımı fark ediyorum. ‘Buna dokun, bu nefes alıyor, bunu kaldır...’ Konuşmamaya çalışıyorum kendimle, ama olmuyor. ‘Bakma oraya, bakma, sakin ol...’ Buz gibiyim. Fakat olmuyor, kendime hiç laf geçiremiyorum. Meydanda koşturanlara, ölenlere, bedeninden parçası kopmuş insanlara, her şeye, her şeye gözlerimi büyüterek ve hepsini kaydederek bakıyorum. Hepsine bakıyorum. Her şeye dokunuyorum. Yanık et kokusunu, kan kokusunu, İnsan kokusunu burnuma çekiyorum.
Bu eteği ne yapayım?
Ve bir anda yeşil eteğimdeki kan ve et parçalarını fark ediyorum. Yeniydi eteğim. İzmir’den gelirken giymiştim. Eyleme gelmiştik, barış demeye gelmiştik ve hepimiz güzel giyinmiştik. Hepimiz çok güzeldik. Daha birkaç dakika öncesine kadar…
Her şey çok gerçek geliyor bana. Yüzüm yanıyor, nefesim yanıyor, gözüm yanıyor. Sanırım ağlıyorum da biraz. Arkama, etrafıma, insanların yüzlerine bakmadan sokaktan çıkıyorum. Telefona sarılıp İzmir’den aynı otobüsle geldiğimiz Ziya’yı arıyorum. 'Buradan nasıl çıkarım, nereye geleyim' diye soruyorum. 'Konur’dayız biz, Konur’a gel' diyor Ziya.
Hemen uzaklaşmak istiyorum oradan, çünkü eteğimde insan parçaları ve kan var. Taksi çevirip ‘Konur’a’ diyorum. Taksici bana bakıyor, 'İyi misiniz?” diyor. ‘Yaralı mısınız yoksa? Kan kokuyorsunuz.’ Kan kokuyorum. Nasıl bir şey kan kokmak, artık biliyorum.
İyi olduğumu söyleyip adama olayı anlatıyorum. O ana kadar duymamış patlamayı, şaşırıyor ve inanmak istemiyor. Radyoyu açıyor, susuyor. Ama ben anlatmaya devam ediyorum. Arada telefonla konuşup yakınlarıma iyi olduğumu söylüyorum. Ve yine adama kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum ve adama diyorum ki, 'Merak etme, yeni bir etek alacağım zaten.' Adam bunu merak etmiş gibi. İnerken yine tekrarlıyorum, ‘Şimdi yeni bir etek alacağım, merak etme.’
Konura geçiyorum. Bir saat sonra Ankara ‘ya birlikte geldiğim arkadaşım Bünyamin’le buluşuyorum. Onu görünce ağlıyorum, o da ağlıyor. Çay içiyoruz. Sonra, ‘Bunları biz mi yaşadık’ diyorum? Sonra ‘Bir sürü insan öldü, biz niye ölmedik Bünyamin’ diyorum. Sonra, ‘Biz burada nasıl çay içebiliyoruz’ diyorum. Sonra, ‘Bu eteği ne yapmalıyım Bünyamin’ diye soruyorum. Ama bunu kendime soruyorum. Atmalı mıyım? Yıkamalı mıyım? Üstündeki kan ve et parçalarıyla birlikte saklamalı mıyım?
Kurtulmuşuz!
Dün okuduğum bir yazıda, o alandaki patlamadan yara almadan kurtulmuş bir baba kızın hikâyesini anlatılıyordu. Meğer onlar da patlamanın olduğu alana bizim kadar yakınlarmış. Arkalarındaki gençler kendilerine siper olmuş, bu nedenle kurtulduklarını anlatmış baba. Ve şimdi yeni anlıyorum, eğildiğimiz için arkamızda duran gençlerin bedenleri bize de siper olmuş. Ve kurtulmuşuz. Kur-tul-mu-şuz! Dehşet duygusundan değil, kâbustan, yanık et kokusundan, tarifsiz acıdan değil, ölümden kurtulmuşuz. Bu, ölümden kurtulmuş olmak yani, iyi bir şey mi, hiç bilmeyeceğim.
Büyüklerimiz, kadınlarımız acı bir olay karşısında feryat ederken, 'kör olaydım da görmeyeydim' derler ya hani. İşte öyle, kör olsaydım da görmeseydim bedeni bizim canımıza siper olmuş o gençleri, yoldaşları, dostları. İşte, lanet olası bu gözler, kan gölüne dönmüş o meydan da parçalanmış bedenler, hikâyeler, aşklar, dostlar, evlatlar gördü. Gördüklerim yüreğimde, gözlerim o meydanda kaldı. Şimdi alın gözlerimi, çıkartın yuvalarından, parçalayın, hatta bir arabanın arkasına iple bağlayıp yerlerde sürükleyin. Artık onlara ihtiyacım yok. Hepsi yüreğimde.
Şimdi ne anlatsam eksik kalacak, eksik kalacağız. Ama biliyorum, güzel yarınlarda, barışı çocuklara getireceğimiz yarınlarda yoldaşlarımı gözlerim olmadan da tanıyacağım. (Pİ/HK)
Fotoğraf: Evren Atalay - Ankara/AA