“Ben,
Bir insan,
Ben,
Türk şairi
Komünist
Nazım Hikmet
Ben,
Tepeden tırnağa iman,
Tepeden tırnağa kavga,
Hasret ve ümitten ibaret ben…”
Bu niteliklerine sebep ne ülke değişti ne de dünya, sevgili Nazım. Ama artık hem derinliğine kıyılmış durumda toplumsal algının, hem de “insan” ve “dost” kılığında bin bir çeşidi geliştirilmiş hayının ve çıyanın…
İsteyen aynı karede ansın
Nazım’ı ve yalnızlığı.
Biz, halkların kalbiyle,
bilinci, özlemi ve değerleriyle beraber
anmaya devam edeceğiz
o büyük ustayı.
Artık sistem, koyu renkli bir red ve inkâr yerine, inceltilmiş kabulü, asimilasyon ve ehlileştirme amaçlı sahiplenmeyi tercih ediyor.
Dün, fiziki imha dahil her türlü saldırıya maruz bırakılan değerler, bugün değer öğütücü değirmene adeta buğday edilmekte ve bu, bir çeşit sahiplenme olarak yansıtılmaktadır. Gerçekte ise, inceltilen saldırı yöntemleriyle, sistemin değersizleştirici ve niteliksizleştirici hamleleri giderek kapsam büyütmüş oluyor.
TIKLAYIN - NAZIM HIKMETIN YAŞAM ÖYKÜSÜ
Nazım bir insandı
Nazım’ın “insan”lığının akla ilk getirdiği, Marks’ın “insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü oluyor. Öyle ki o iki büyük insan, Marks ve Nazım, aşık olunca, en saf haliyle insanî nitelikler söz konusu olunca birbirine benziyor, birbirini anımsatıyor.
Tepeden tırnağa aşk kokan, sevdiği kadını tüm değerleriyle örtüştürmüş bir beden, özgür bir ülke gibi yükseklere yerleştirip seslenen, yalnızca Nazım değildir. Marks, sevdiği kadına, sevgili eşi Jenny’ye “önünde diz çöküyorum ve inliyorum: ‘Madam, sizi seviyorum’” diye seslenir.
Marks ve Nazım farklı yüzyıllarda yaşadı ama yaşama içerilmiş sanatları ile onlar birbirinin yoldaşıydı. İkisi de ağlar, ikisi de sever, ikisi de acı çekerdi; riskler, bedeller, düşlerini peşinde koşmalarına bir engel değildi.
Nazım bir şairdi
Eğer şairlik, tek bir cümleye evreni sığdırmaksa veya aynı dizede mitolojik kadın İnanna ile somutlanmış haldeki sevgiliyi örtüştürebilmekse; tutsaklıktan yurt özlemine, fiziki acıdan ruhsal acıya kadar her sıkıntıyı imgenin derinliğinde sağaltabilmekse; şiiri mücadele biçimlerinden biri haline getirebilmekse; deyim yerindeyse dizelerden örgüt kurabilmekse, Nazım bunu ustaca yerine getirdi.
Büyük ustanın şairliğindeki evrenselliğin bir ölçüsü de nerede güzel bir şiir varsa, ondan Nazım tadı almaktır. Mesela, yine bir Haziran vakti zoru başarıp ölümsüzleşen Ahmed Arif’in, “Bayrakları kırmızı kırmızı dalgalandırma” sözleri ile Nazım’ın “safları sıklaştırma” dizesi birbirini aynı şiirin mısralarıymış gibi tamamlar.
Nazım bir komünistti
Evet, Nazım bir komünistti. Bu nedenle vaktinde “Komünizmin anavatanı” olarak bilinen Sovyetler Birliği’nde sürgünlüğü anavatan tadında yaşadı.
O Sovyetler’e gitmeden de gittikten sonra da şiirlerinin odağına, meta ve mülkiyet ilişkileriyle, sömürü-zulüm ve yoklukla anılan kapitalizmin antitezi olan değerleri; baskısız, sömürüsüz, mülkiyetsiz eşit bir dünya düşünü yerleştirdi.
Yazdığı şiirlerin her dizesinde o düşsel tasarımı ete-kemiğe büründürdü. Okuyanlara, o dünyanın heyecanını bugünden tattırdı. Komünistliği nedeniyle yıllarca tutsak kaldı ama bir an olsun nedamet getirmedi. Gücünü sol memenin altındaki cevahirden yani değerlerinin odağından aldı.
Nazım, tepeden tırnağa imandı
Nazım’ın hayatındaki, şiirlerindeki ve hatta iliklerindeki iman, değerlerle kişi arasındaki kopmaz bağın ifadesiydi. Bunun, bugün “az anlayan ama çok inanan” bir toplum yaratmak isteyenlerin inançtan/imandan anladıklarıyla bir ilintisi yoktu. Bu, Che’nin “bir şeyi sevmek için ona delice inanmalısınız” dediği, kalbi kalbe aklı akla değdiren yoldaşlaştırıcı kimyaydı; ortak değerlerin yakınlaştırıcılığının ifadesiydi. Kapitalizm koşullarında yaşamın bir çeşit kavga olarak algılanması ve o kavganın aşkla örülmesiydi.
Nazım, tepeden tırnağa kavgaydı
Nazım’ın tepeden tırnağa kavga ile tepeden tırnağa iman olması birbirini tamamlıyor. Yaşamı incelendiğinde görülür ki sistemi kılcallarına dek reddeden bir duruşla, bir kimlikle hareket etmiştir. Bu duruş onu sistemle her an kavgalı kılmıştır.
O komünist bir şairdi; sistemle uzlaşmazlığının kavgasını özellikle bu alanda verdi. Onun için şiir, bir yaşam ve mücadele biçimiydi. Şiirle yaşadı, şiirle sevdi, şiirle mücadele edip örgütlendi. Şair algısı, kötülükleri derinlemesine hissetmeyi beraberinde getirirken, itirazını da büyüttü, kavgasını “tepeden tırnağa” kıldı.
Nazım’da hasret ve ümit diyalektiği
O, duyduğu hasretle “boğaza doğru geçen vapuru usulcacık okşayan,” okşadığı vapurdan elleri yanan bir insandı. Tutsaklığı da sürgünlüğü de ağır-uzun ve belki aynı derinlikte, benzer niteliklerde yaşadı. Çünkü sürgünlük de bir çeşit hapislikti, hapislik de bir çeşit sürgünlüktü.
Hasreti bu denli yoğun, üstelik şairce bir derinlikte yaşayan birinin, hasretten umut damıtması bir tesadüf değildir.
O, umudunu hiç yitirmemiş, yaşamaktan ve gelecek düşü kurmaktan bir an olsun vazgeçmemiş, içerdekine de dışarıdakine de tavsiyelerde bulunmuş bir şairdi. Yetmişinde zeytin dikme fikri bunun özetiydi.
Şimdi süreç, Berkin’le Medeni’yi Nazım’la aynı karede, Haziran iklimi içinde değerlendirmeyi gerektiriyor. Onlar öldüğünde şafak vaktinde yani, halkların gönlünü tohumladılar; Lice’den Taksim’e, oradan Nazımca gülümseyen değerlere kadar uzanan özgür bir ülkenin güvencesi oldular.
Mücadele yerinde saymaz; yaşananlar tekrar etmez; acılar da bedeller de kıyaslanmaz; ama fiili tecrübenin fikri öğrenme ile birbirini tamamlaması sonucu birikeni geleceğe aktarma diyalektiği içinde en karanlık anlarda bile şafaktan umut kesilmez.
2013 Haziran’ı arifesinde sessiz ve birbirinden habersiz kitleler bir anda sokakların en büyük örgütü haline geldiyse, bu geçmişten gelen ve geleceğe uzanan bir ilişki ağının habercisidir. O güne dek halkların özgürlüğü yolunda ödenmiş hiçbir bedelin, üretimlerin ve birikimlerin boşa gitmediğinin göstergesidir. Haziran direnişi aynı zamanda yoksulların Orhan Kemal’i unutmadığını, kavganın ve gelecek düşünün şiirsiz olamayacağını, “Otuz iki dişimizle gülmeğe” ihtiyaç duyduğumuz bir anda Ahmed Arif’in imdada yetiştiğini gösterdi. Kısacası biz Haziran’dan çok şey öğrendik, şimdi ona, o mirasa bir şeyler katma zamanı. (MY/HK)