Belki de hikâyenin en sonunda söylenecek olanı başta söylemeli! Şairler, yazarlar, edebiyatçıların yazdıklarının içinden parçalar seçerek sonra da genelleme yapmak insanı hakkaniyetten uzaklaştırabiliyor. Seçilen parçalar külliyatları içinde tümüyle edebiyatçının genel tavrına denk düşmüyorsa tabii ki!
Nazım Hikmet bu bakış açısına çok iyi bir örnek diye düşünüyorum.
Nazım için iki şiir bir mektubu üzerinden bu okumayı yapmak istiyorum…
İlki Vâlâ Nureddin’e ithaf ettiği 1921 tarihli “Sekiz Yüz Elli Yedi” şiiri
Sekiz Yüz Elli Yedi
İslam’ın beklediği en şerefli gündür bu
Rum Konstantiniyye’si oldu Türk İstanbul’u
Cihana karşı koyan bir ordunun sahibi
Türk’ün genç padişahı, bir gök yarılır gibi
Girdi Eğrikapı’dan kır atının üstünde
Fethetti İstanbul’u sekiz hafta üç günde
O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın!
Belde-i Tayyibe’yi fetheden padişahın,
Hak yerine getirdi en büyük niyazını
Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını!
İşte o günden beri Türkün malı İstanbul,
Başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul!
Azerbaycanlı edebiyatçı Anar Resuloğlu (şair Resul Rıza’nın oğlu); “Türkiye’de Nazım komünist olarak bilinir. Azerbaycan’da Türkçülüğün simge ismidir” der Nazım’dan söz ederken. Şiire ad olan “857” Hicri Takvimde 1453’ün karşılığıdır. Ve Nazım bu şiiri henüz 19 yaşındayken yazmıştır. Nazım’a soldan bakanlar bu ve bunun gibi şiirleri için Nazım’ın “pre komünist” dönemine ait şiirler sayarlar. Şiir aslında tipik bir Türk-İslam bakış açısının fetihçi simgesel halidir.
Nazım’ın ikinci şiiri çokça bilinen dillere pelesenk olup sanatçılarca bestelenen, ayrıca soldan en sağa varıncaya dek siyasetçilerce miting meydanlarında da okunan “Davet”tir.
Davet
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
Nazım'ın mektubu
“Uzak Asya”nın çorak diyarlarından gelip verimli Yukarı Mezopotamya’nın kapısından girip Anadolu’nun bağrına sökün eylenen topraklar öncesinde kimin(di)! Hiç sorgulanmamış.
Güzin Dino Şubat 1965’te Sosyal Adalet’te “Nazım Hikmet Üstüne Bir İnceleme Denemesi”nde Kuvayı Milliye’ye gönderme yaparak; “ilk üç mısra, küçük Asya’ya Asya’nın uzaklarından gelen Türk kavimlerinin, sanki tarihsel akın tempolarını izlemektedir… Güçlü ve açık bir söyleyişle bu şiir, sanki gerçekten çoğunluğumuzun koro halinde bir seslenişidir: ‘bu memleket, bizim’, ‘bu cehennem, bu cennet bizim’, ‘bu davet bizim’. Bu hasret, bizim’…”
Bir başkası İlber Ortaylı; Nazım Hikmet bu şiirinde “Türk medeniyetinin yolculuğunu, bu vatanın her şeyiyle bize ait olduğunu…” vurgulayarak adeta “milli bir marş olacak kadar güzel bir pasaj” deyip ilk üç dizeyi televizyon programında okur.
Şimdi gelelim Nazım’ın mektubuna…
Mektup, Nazım’ın 1961’de Kamuran Bedirhan’a yazdığıdır. Kamuran Bedirhan; Cizre Beyi Mîr Bedirhan’ın torunu ve Kürt dili ve gazeteciliği üzerine büyük emekleri olan Celadet Beyin kardeşidir. Nazımla Kamuran Beyin eşleri arkadaştır ve dostluk bu minval üzere yürümektedir.
19 yaşında türk-islam eksenli şiirinin 40. yılında bu kez sonu iki halkın kardeşliğine gönderme yapan bir finalle bitiyor. Epey yıllar evvel mektuptan haberdardım. Ve Recep Maraşlı’dan rica etmiştim; orijinali Paris Kürt Enstitüsü arşivinde olan mektubun bir dijital kopyasını yollamıştı bana, sağ olsun. Bir başka yazıda daha kullanmıştım mektubu yıllar evvel.
Mektup şöyle:
"Kökleri yüzyılların derinliklerine dalan, tarihiyle, kültürüyle, Kürt milletinin önemli bir çoğunluğu Anadolu'nun bir parçasında yaşar. Anadolu'nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini Kürt milleti kardeşi sayar. Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu'nda, Türk ve Kürt derebeylerinin, Osmanlı İmparatorluk idaresinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır.”
“Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise her iki millet emperyalizme karşı tek bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. O dövüş yıllarının sonradan Türk idarecilerince yasak edilen en unutulmaz türkülerinden biri, 'Vurun Kürt uşağı namus günüdür' diye başlar.”
“Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketinin tamamıyla vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı. Hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü.”
“Bu dönem, Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşmaya başlaması dönemidir. Bu inkârla, bu uzlaşmamanın aynı dönemde baş göstermesi sadece bir rastlaşma değildir.”
“Bugün Türkiye Cumhuriyeti'ni Orta ve Yakın Doğu'da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor.”
“Türk ve Kürt halklarının Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde dış ve iç politikada aynı emellere hasret çekmeleri bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. Her iki millet kardeş milli kültürlerini, milli ekonomilerini geliştirmek, toprağa, tarım araçlarına, hürriyete, demokratik haklara kavuşmak istiyor. Türk ve Kürt halkları Türkiye Cumhuriyeti'nin tarafsız bir politika gütmesini, emperyalizmin üssü olmaktan kurtulmasını özlüyor.”
“Gerçek Türk yurtseverleri Kürt kardeşlerinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde milli haklarına kavuşmak için yaptığı kavgayı can ve gönülden nasıl destekliyorsa, gerçek Kürt yurtseverleri de Türk halkının demokrasi ve milli bağımsızlık için yaptığı kavgayı öylece destekliyor.”
“Anadolu'da yaşayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak sokmak isteyen gerici, sömürücü, karanlık kuvvetler, emperyalizmle el ele vererek halklarımızı daha kolay ezmek istiyorlar. Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlere, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve haklarını inkâr edenlere, halkları birbirine düşürüp sırtlarından rahatça geçinenlere emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının elbirliğiyle kazanılır. Ancak böyle bir elbirliğiyle kardeş iki millet hürriyete, milli ve insani haklarına kavuşabilir…”
Tekrar başa dönersek…
Sahiden bu tuhaf ülkede işimiz gerçekten zor. Bir yanda 500 yıllık Osmanlı ve onunla birlikte İslam’ın Hilafet geçmişine dört elle sarılarak modern zamanlara kadar akıp gelen bir Türk-İslam gelenekçiliği var.
Öyle ki en iddialı “enternasyonalist” kimlikli entelektüellerin şeceresinde yer alan edebiyatlarına sızacak kadar var. Öte yanda yine aynı minval üzre halkların varoluş felsefesine gönderme yaparak “birliktelik”in altını çizercesine vurgu yapmak da var.
Çok söz etmek için değil, zamandan ve mekânlardan azade kalarak geçmişten bugüne bir usta şairin gençlik ve ölüme ramak kala demlerinde yazdıkları üzerine tam da ölümünün altmışıncı yıldönümü Haziran gününde hatırlatayım istedim. Hani Nazım Nazım derken böyle de biline istedim… (ŞD/EMK)