Türkiye'de 1960'lardan bu yana gelmiş geçmiş tüm şarkıcılar içinde, bütün albümlerinde ve sahnede, sadece kendi yazdığı ve bestelediği şarkıları söyleyen, kimseden destek almayan, cover yapmayan, bir türküyü ya da alaturka klasiğini olsun kendine uyarlamadan, yalnızca kendi üretimiyle, kendi duyguları ve tecrübeleriyle, melodileri ve akorlarıyla, sözleriyle ve şiirselliği ile imzasını, böyle mütevazı ve kalender ama tavizsiz ve vakur atabilen kaç isim var ki?
Elbette sizin de aklınıza Kayahan veya Barış Manço gibi bazı kıymetli figürler gelir; o zaman, bir de ataerkil bir toplumda, marifetmiş gibi muhafazakarlaştırılmaya çalışılan bir yerde, erkek-egemen ve çakal dolu bir endüstride, belki ondan da beter medya dünyasında, bir kadının o imzayı bazen suratımızın orta yerine bazen kalbimizin en derinlerine attığını, bunu yaparken de kimi kadınlık halleriyle yüzleştiğini ve uğraştığını, bundan hiç gocunmadığını, ama yapmacık bir ayrıcalık da üretmediğini, kadınlar arasında olduğu varsayılan doğal bir bağa, kardeşliğe falan yaslanmadığını, tenezzül etmediğini söylesek; sipsivri bir birey olduğunu, tüm hayat serüvenini sesine döktüğünü, aşkla da yalnızlıkla da insanlıkla da dolayımsız ilişkiler kurabildiğini eklesek, kim gelebilir ki aklımıza başka?
90'larda 'Bir Hadise Var'
Büyük sanatçı Nazan Öncel, o sıcak gece, tam da yaz ortası, Moda'daki bir kulüpte şarkı söyleyecekti. Herkes tatilde, tenha olur, serin serin içki içer, kendisini dinleriz dedik.
Yemekten çıkıp kulübe inen sokakta akın akın yürüyenleri görünce, yanlış düşündüğümüzü anladık. Kalabalık sevmesek de, o güzel gecede milletin Öncel için oraya kuyruklar oluşturarak doluşması, elbette mutluluk verebilirdi ancak. Belki içlerinden bazıları ilk kez canlı dinleyecek, belki bazıları kendisini ilk kez yakından görecekti, yeterince şanslıysa göz göze de gelebilecekti.
Ne güzel işte!
Ben, Öncel ile hemşeriyim. Sadece İzmirli olmak da değil kastım, Karşıyakalıyız ikimiz de. Çocuktum, 1991 sonunda Karşıyaka'da görece sıcak bir günde, evimize en yakın kasetçiye düzenli ziyaretlerimin birinde yeni bir şarkıcının kasetini sırf kapağını beğendim diye aldım, eve geldim.
Ben evde sürekli bu kaseti dinliyorum, şarkılar vurucu, ses rengi olağanüstü, hayat çok güzel, tabi o yaşta favorim Aynı Nakarat ve Boncuk; fakat memlekette kimsede tık yok, sanki Bir Hadise Var albümünü Türkiye'de o anda bilen tek kişi benim.
O sırada Aşkın Nur Yengi'nin Sevgiliye'si patlamış (hatta biraz eskimiş bile), Sezen Aksu'nun Gülümse'si adını dağa taşa yazdırmış, Ajda Pekkan yepyeni havalarıyla geri dönmüş, Nilüfer, Nükhet Duru ve Nil Burak etkili ve görünürler, Yonca Evcimik'in Abone'si ve Seyyal Taner'in Alladı Pulladı'sı ortalığı sallıyor. Çarşı yeterince karışık yani.
Bir gazetede (Hafta Sonu muydu acaba) birisi yazısına "Nazan Öncel'in şarkısında dediği gibi burada bir hadise var," gibisinden bir şey yazmış. Ben o halimle bir sevin, bir sevin. Sanki benden bahsetmişler.
Kitsch çılgınlıkları daha yok olmamıştı
Sonra yeni kurulmuş olan Show TV'de kendisini gördüm. Epeyce de şaşırdım. Çünkü kimse onu tanımayınca, ondan bahsetmeyince, Nazan Öncel'i benden hallice, çocukluktan yeni çıkmış gibi düşünüyordum hep.
Meğer koca kadınmış. Ama yine de ağzım açık izlemiştim tabi, kaç ay şarkılarını ezberlemişim, ilk kez görüyorum. Onun da en "uçuk", en pop zamanıydı:
Permalı kızıl saçlar, kocaman kolyeler, taytlar, kendine özgür bir takım dans hareketleri falan. Hafif 80'ler, kitsch çılgınlıkları daha tam yok olmamıştı; dinginlik hepimizden çok uzaktı.
Sonuçta, onun da günü geldi elbet, yer yerinden oynadı. Çıkışından yaklaşık altı ay sonra, kaset patladı, yer gök Nazan Öncel oldu—aşırı yaratıcı Türk medyası hemen başladı "Sezen Aksu'ya rakip geldi" goygoyuna.
1991-1996 arası dört albüm yaptı Nazan Öncel, onlarca hit ve klasikleşmiş eser çıkardı. Hepsini biliyorsunuz, hala hayatlarımızda olan sözler, şarkılar.
O zamanlar medyada da görünürdü, TV programlarına çıkar, şarkılarını söyler, talk show'larda herkes ve hepimiz gibi keyifsiz ve manasız sohbetler ederdi.
Hatta hepimizden farklı olarak bir televizyon programında evlenmiş ve hiçbirimizin yapamadığını yapıp Hülya Avşar'a ne işe yaradığını sorup, bir de üstüne yalaka demişti.
Oyunu kuralına göre oynamaktan vazgeçiş
1999'da Demir Leblebi'yi tanıtmak için çıktığı bu olaylı Avşar şovu, galiba son tv programı oldu. Oyunu kuralına göre oynamaktan, başa güreşmekten vazgeçmeye başladığı günler de bunlar da galiba.
Zaten o albümün hem ticari başarısızlığı hem de iki cesur şarkısının bir süre müptezel Türkiye basınının ağır tepkilerine maruz kalması ile, bir yorulma, içine kapanma ve küsme dönemi de yaşandı gibi ("öyle bir gün yaşandı cidden"). Beş yıla yakın, hiç göz önüne gelmedi Öncel.
Ama ben o arada onunla tanıştım—tabi o bunu bilmiyor. Ben Harper, Harbiye'de konser veriyordu, biz kapıların önünde bekleşirken yanımdaki arkadaşım "aaa Nazan Öncel'e bak" dedi. O kadar yakındık ki, o da duydu tabi, gülümsedi.
Hemen yanına seğirttik, ben heyecandan gıkımı bile çıkaramadım ve gözümü kırpmadan bir saniye olsun kaçırmamak için ona baktım hep; ama arkadaşım demo kayıt yapan bir takım insanlardan bahsetti (hiç bitmezler), Öncel de kibarca "getirsinler tabi" dedi. Aklımda kalan gençliği, güzelliği, saçının cool kesimi ve nezaketi idi. Ayıptır söylemesi, Ben Harper bile ikinci plandaydı o gece benim için.
Hüp, Dudu ve Bu Şarkılar da Olmasa
O süreçte Öncel, Tarkan ile yakınlaşıyor, 2002'den sonra konuk sanatçı olarak çıktığı Tarkan konserlerinde henüz yayınlanmamış şarkılarını söylüyor, onun prodüktörlüğünde yeni bir pop albümü hazırlıyordu. Tarkan da o arada, Öncel'den aldığı Hüp, Dudu ve Bu Şarkılar da Olmasa adlı eserleri seslendirdi. Kazan-kazan.
Bu rüzgârla biraz gecikerek de olsa 2004'te çıkan Yan Yana Fotoğraf Çektirelim, hem Öncel'i yeniden müzik dünyasının merkezine oturttu, hem de çok sevildi, çok sattı, çok dinlendi.
O zamanlar bir de konser vermeme hali vardı, hatırlayanlar olacaktır. Öncel ne Rumelihisarı'nda ne Harbiye'de ne başka ortamlarda seyirci önüne çıkmıyor, kimisi onun bazı iç ve dış mihraklarca engellendiğini, "önünün kesildiğini" iddia ediyor, kimi yeminli düşmanları bunu onun beceriksizliğine bağlıyordu.
Radikal'in Bagdat Caddesi'nden sorumlu magazin yazarının saldırganlığını mı ararsınız, bir internet sitesinde Öncel için "olmamış" fetvası veren ne idüğü belirsiz tipleri mi, hepsi pek boldu o aralar.
El mi Yaman Bey mi Yaman. 2004 sonunda o zaman yeni açılan Yeni Melek'te başladığı konserleri, 2005 yazında Hisar ve Harbiye'de de sürmüş, hatta Günay'da bile uzun programlar yapmış, "konser veremiyor" lafları nihayet kesilmişti.
Ben de o yaz, Boğaziçi Üniversitesi'nin içindeki çok güzel küçük bir bahçede de kendisini dinleme şansı bulmuştum.
Oturduğu yerden, gitarını çalarak, çok zor denk gelecek bir dinleti, adeta bir resital sunmuş ve herkesi büyülemişti. Boğaziçi mezunu, pek de sallamıyormuş gibi yapmayı iyi öğrenmiş ve "zamanında dikkat edememiş" iş insanlarının bile çıkıştaki dik merdivenlerde "kadın ne yazmış be" diye söylendiklerini hatırlıyorum, ağızdan kaçıveren bir hayranlıkla.
"Siz bana gelin, kek yaparım"
En önde oturuyordum, kısa bir şarkı arasında Öncel de eğitimin faydalarından bahsediyordu, okulunuz ne güzel, kıymetini bilin-ben okuyamadım zamanında falan derken, en koca sesimle "keşke senin kadar olsak" diye bağırma terbiyesizliğini de yapmıştım. Yine gülüp, "siz bana gelin, kek yaparım" demişti. Neyse ki sesimi bir daha duymadı.
Bundan sonra, Öncel'in müzik hayatı ve albümleri daha düzenli bir hal aldı. Beş stüdyo albümü, üç single, başka bir hayatta yayınlanmış ilk uzunçaları Yağmur Duası'nın elden geçirilmiş bir tekrar basımı, toplama yapımlara verilen bir kaç katkı (ki Güldünya Şarkıları'ndaki şahane Leyla dahil) ve elbette geçen yaz çıkan Ve Nazan Öncel Şarkıları adlı saygı (tribute) albümü.
Ben her yerde, hep "Nazan'cı" olan gruptanım; iki istisna dışında (Aşkitom ve Aşkım Baksana Bana) ne yapsa dinler, benimser ve severim. Hala Leylim Yar ya da Ağla Erkeğim Ağla ya da Canım Benim Nasılsın gibi pek kimsenin bilmediği/hatırlamadığı eserlerine daha düşkün olsam da, herkesin eşlik edebildiklerini de el üstünde tutarım.
O geceki gibi bar-kulüp programları, oturmalı-sakin konserlerin aksine seyircinin ilgisini ve enerjisini muhafaza etmesi üzerine odaklanıyor. Bunda şaşılacak bir şey yok çünkü müzisyenler (benim gibi) büyük hayran olmadan da gelmiş, eğlencesine bakan bir kitle ile de karşı karşıya.
Yalnızca kendi şarkılarını söyleyerek o alkollü ve hareketli kitleyi bir buçuk, iki saat avucunuzda tutmak, uğultuların yükselmesini engellemek ve daha kötüsü çıkıp gitmelerine mani olmak, hiç kolay değil.
Nükhet Duru ve Aşkın Nur Yengi gibi bu işin ustalarının, "eğlendirmeyi" bilirken kendisinin değerini ve yerini vurgulayanların yanında, daha sahnedeyken (ben dahil) milletin çıkıp gittiği nice solistler de var. Herkesin harcı değil yani.
"Acılar zenginiyiz..."
Nazan Öncel o gece çok formundaydı. En son Zorlu'nun büyük salonunda eşinin vefatı nedeniyle ertelenen konserinde izlemiştim. Orada acılıydı, zorlanmıştı, bol bol ağlamıştı (biz de).
Konser de hayat gibi bir şey işte. Geçen hafta kulüpte ise enerjisi yerinde, etkileşime çok daha açık, hem hüznün hem eğlencenin dibine vurmaya çok daha teşne idi, "ağlattı da, oynattı da".
Sahnede kaldığı 2 saat ve söylediği yaklaşık 20 şarkı boyunca, niyeyse üzerinde ısrar edilen Aşkitom hariç, seyirciyi hiç kaybetmedi.
Başkalarına verdiği şarkılardan sadece Beni Hatırla'yı kendisi de bir albümünde yorumlamıştı Öncel. Ama sahnede bazen Ah Aşkım ve Of Of başta olmak üzere, başkalarının sesinden dinlediğimiz dev hitlerinden diğerlerini de yoklardı.
O gece o sulara hiç girmedi. O şarkılar herhalde Ve Nazan Öncel Şarkıları'nın ikincisinde yeniden gündeme gelir.
Benim için gecenin sürprizi, kendisinin de "bu geceye hazırladım, böyle bir yerde ilk kez söylüyorum" dediği, gölgede kalmış şarkısız Hayvan'dı. Bu minvalde bir kaç beklenmedik vuruş olsa elbette gece daha parlak olurdu ama bu ortamda, ama bu bile hiç az değil.
Keşke son albümü, kadri kıymeti pek bilinmemiş, Durum Şarkıları'na daha çok gitseydi. Kısa Çöp'ü mesela, beraber çeker, bir ağlama koyverirdik topluca...
Onun tabiriyle, biz acılar zenginiyiz, cebimizde yoksa da paramız. Hem kendimize hallenmelerimiz, hem sevgilimize ilişmelerimiz, hem bu ülkeyle bakışmalarımız, onun sözleriyle, kimi deyişleri ile, hiç de süslü püslü olmayan, "kasmayan" ifadeleriyle berraklaştı on yıllardır.
Acısı, kırılganlığı içimize işledi, burnumuzun direğini sızlattı; mutluluğu, coşkusu, aşkı, sevdası bulaşıcı oldu, hepimize geçti, çiçeklendik beraber.
Az mı "ben de böyle sevdim" demedik dinledikçe? O yüzden de eskimiyor, zamanı dolmuyor, hala dinleyen her yaştan kulağa geçiyor lafları.
O gece yine gördüm ki, kendi dilinde müzikal bir öykü yazabilmiş Nazan Öncel'i bulabildiğimiz her anında, her yeni sayfasında sahiplenmeye, izlemeye, onun peşinde koşmaya, şefkatle alkışlamaya varız. İyi ki o da bizden vazgeçmiyor. (CÖ/PT)