*Litvanya'nın başkenti Vilnius'ta gerçekleşen NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, Fotoğraf: NATO aracılığıyla AA
3. Dünya Savaşı'nda tarafların geçmişe nazaran daha açıktan tavır aldığı ve doğrudan sıcak çatışmalara aralık bıraktığı bir sürece doğru ilerliyoruz. Bunun paralelinde dünyanın genelinde neo-faşizm yükselirken iklim krizi ise karşı politikalar yerine körükleyici yaklaşımlar gündemde olduğu için giderek derinleşiyor ve büyüyor...
Hindistan lideri Modi'nin geçen haftalarda gerçekleştirdiği ABD ziyareti, yeni ticari ve militarizm bağlantılı anlaşmalar yapılsa da Yeni Delhi yönetiminin pozisyonu açısından köklü değişikliklere neden olmadı. Modi ısrarla Rusya ile ilişkileri özellikle ucuz petrol ithalatını sürdürüyor. Benzer bir durumun Çin'in önderliğini yaptığı Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)'ne İran'ın dahil olmasında da yaşandığından söz etmek mümkün. İran epeydir örgüte üye olmayı bekliyor ve Çin'le gelişmiş düzeyde ortaklık anlaşmaları mevcuttu. Ancak bu gelişmeler birer başlangıç olarak da görülebilir ve zamanla stratejik pozisyon değişimlerini ve çatışmaları da zorlayabilir.
Örneğin Amerikan yönetimi Modi iktidarının ırkçı-diktatoryal politikalarını görmezden gelerek Yeni Delhi'yi Pekin'e karşı motive etmenin arayışında. Bu "talep"in tek taraflı olmadığı da en azından Hindistan-Çin arasındaki sınır anlaşmazlıkları nedeniyle biliniyor. Zamanla Hindistan kapitalizminin rakip olarak gördüğü Çin'le ABD'nin desteğini de alarak böylesi bir savaşa girmeyeceğinin açık bir işareti yok. Benzer bir durumun Suriye ve Ukrayna cephelerindeki süreğen/durağan savaş ve "dengeler"i de zorlama ihtimali var.
Çin-Rusya ittifakı bu hafta BM Güvenlik Konseyi'nde gıda, ilaç ve barınak gibi insani yardımların Türkiye üzerinden Suriye'nin kuzeyinde, ağırlıklı olarak TC'nin işgal ettiği alanlarda yaşayan 4 milyon kişiye yardım ulaştırılmasını sağlayan yardım kararının 9 ay daha uzatılmasını öngören tasarıyı red etti. Rusya, Esad yönetimi meşrulaştırmayı hedefe koyan, yardımların Şam üzerinden dağıtımını öngören bir tasarı sundu, bu da karşı tarafça kabul görmedi. Bir önceki yardım faaliyetinin süresi 10 Temmuz'da doldu. Dolayısıyla yardım akışı en azından yasal olarak kesildi. Daha önce de Rusya'nın bu başlıkta vetoları olmuştu fakat bu sefer geri adım atacağının bir garantisi yok. Zira dünyayı yakından ilgilendiren "Tahıl Koridoru" anlaşmasını da Rusya uzatmayacağını açıkladı. Anlaşmanın süresi 17 Temmuz'da doluyor. Rusya bu kez de daha öncekilerde olduğu gibi geri adım atar mı, bir garantisi yok. Fakat masada çözülemeyen işlerin yeni çatışmaları zorlayacağı ise açık bir gerçek.
NATO sonuç bildirgesi
3. Dünya Savaşı'nın Ukrayna cephesindeki gelişmelerden devam edecek olursak son dönem nükleer savaş tehlikesinin daha fazla arttığını öncelikle belirtmek gerekir. Belarus'a taşınan nükleer silahlar, Zaporijya nükleer santrali nedeniyle iki tarafın da tehlike altında olduğunu ifade eden açıklamaları, ABD'nin Ukrayna'ya yardım kapsamında misket bombaları ve F-16 savaş uçakları vermeyi gündeme alması gibi gelişmeler nükleer savaş riskini artırıyor. Zira Rusya yönetimi F-16'ların nükleer başlıklı silah taşıyabileceğini belirterek itirazını bu yönde geliştirdi.
Son NATO zirvesinin önemli başlıkları arasında yer alan Ukrayna savaşı mevcut desteğin artırılarak sürdürülmesinin ötesine geçmedi. En azından Ukrayna lideri Zelenski NATO'ya üyelik davetini alamadığı için zirveden hoşnutsuz ayrıldı. Zirvenin sonuç bildirgesinde Rusya ve Çin'le ilgili ifadelerse insan aklıyla alay edecek ölçüde gerçeklerle örtüşmüyordu. Örneğin NATO'nun Rusya ile karşı karşıya gelmek istemediği gibi bir söz halihazırda Ukrayna'da fiilen 2013-14'ten bu yana NATO askeri de bulundurarak Rusya ile çarpışmaların yürütüldüğü gerçeğini sanırım unutmamızı salık veriyor. Çin'in politikalarının ayaklarına dolandığı ifade etmeleri ise anlaşılan en basitinden kendilerinin Uzak Doğu'da Çin'e karşı da bir NATO organizasyonu yarattıkları gibi durumları hiç olmamış varsaymamızı gerektiriyor.
ABD-NATO rejimle nikah tazeledi
Savaş sadece gerçekleri öldürmüyor; post-modern karakterli yeniden paylaşım savaşı kendi gerçeğini de yaratıyor. Barut, kan kokusu, yalan ötesine dayalı habercilik bu "yeni gerçek"i şekillendiren halüsinojenler arasında olmalı. Yoksa malum şahıs onca "suç"un içinden nasıl "barış elçisi "olarak yeniden belirebildi? Hem de Ukrayna ile silah fabrikası kurmak üzere anlaşma yapıp, ilaveten 5 neo-faşist Azov komutanını Rusya ile yapılan bir anlaşmayı ihlal edip Zelenski ile beraber yeniden cepheye sevk ederken? Aslında normal, dünyanın önde gelen politikacılarının çoğunun bütün icraatları savaşın sürdürülmesi olduğu halde hepsinin barış için çalıştığını iddia ettiği koşullarda elbette "normal".
Tekrar TC'ye dönersek, diktatörlük koşullarında düzenlenmiş seçimlerden rejim, Türk milliyetçiliğinin tahkimiyle "galip" çıkarken "muhalefet"in önemli katkılarıyla ne ülke içinde meşruiyet sorunu yaşadı ne de dışarıda. NATO ülkeleri 3. Dünya Savaşı'ndaki ihtiyaçlarına baktılar ve diktatörü adeta ayakta alkışladılar ve görüşme sırasına girdiler.
Rejimi yakından ilgilendiren NATO zirvesindeki bir diğer önemli başlıksa kuşkusuz İsveç'in üyeliğinin TC ve Macaristan tarafından onaylanması meselesiydi. Rejim bu başlıkta pazarlığı sonuna kadar zorlayarak kendince azami fayda elde etmeye çalıştı. Bu konuda İsveç ve diğer NATO üyesi ülkelerin Kürtlere dönük baskıyı artırması ve ABD'den F-16'ların satışı ile ilgili bir girişimin başlatılmasının ötesinde somut bir sonuç ise henüz yok. F-16'ların satışı ve TBMM'den İsveç'in üyeliğine "evet" denilmesi başlıklarında birbirlerinin adımlarını gözeteceklerdir. Avrupa ülkelerinde Kürtlere dönük baskılar ise kuşkusuz artıyor. Bu sürecin aynı zamanda NATO nezdinde Rojava ve Güney Kürdistan'a dönük saldırılarda da bir tür kalıcı körlüğe yol açıp açmayacağını ise zaman gösterecek.
Erdoğan'ın yürüttüğü pazarlıklarda "dramatik" bir boyut da vardı. "Siz AB'nin kapılarını açın biz de İsveç'e yol verelim" derken bunu talep ettiği makamın ABD-NATO olması dikkat çekiciydi. Bazı AB'li yetkililer olaya kısık sesle tepki gösterse de Erdoğan'ın tutumu gerçekçiydi. Zira Ukrayna savaşının zemininde NATO (ABD-İngiltere) Avrupa'yı yeniden fethetmişti. Örneğin Ukrayna savaşı öncesi konuşulan AB'nin ayrı bir savunma sistemi, ordusu olması gereğini dile getiren tartışmalar mecburen unutuldu. İnsan hakları, demokrasi söylemi de tedavülden kalktı. Onun yerine tüm dünyada olduğu gibi Avrupa'da da neo-faşist hareketin yükselişine şahit oluyoruz. Neo-Naziler İtalya, İsveç gibi ülkelerde iktidar ya da iktidar ortağı olurken Almanya'da AfD yüzde 22'ye ulaştı. Yetkililer uyuyor mu? Bence gerçek patron kendileri olmadığı için en azından bir kısmı aciz. Nitekim Thüringen eyaleti Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Kramer geçenlerde AfD'nin iktidar olması halinde Almanya'yı terk edeceğini söylemiş.
Gördüğünüz üzere neo-faşistlerin gelişmesi karşısında maalesef bir şey yapılmadığı gibi bizzat NATO ve egemen sermaye kesimleri tarafından desteklenerek palazlandırılıyor. Anti-faşist gösterilere katılanlar şiddet ve hapisle sık sık cezalandırılıyor. Putin'in de karşı cephede kargaşa çıkarmak için neo-Nazi gruplara desteği olduğu biliniyor ancak olay Putin'e yıkılıp işin içinden çıkılacak gibi değil. Siz hiç gördünüz mü demokrasi sevdalısı NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ya da Biden'ın örneğin İtalya'da iktidar olan Mussoli'ninin torunlarının ya da Erdoğan'ın demokrasi mabedimiz NATO'yu kirletemez dediğini ?
Neyi tercih edeceğiz?
Rejimin İsveç'in NATO üyeliği meselesini TBMM'nin onayına ne zaman sunacağını henüz bilmiyoruz. Fakat ne zaman olursa olsun sol açısından bu olay rejimin herhangi bir dayatması gibi geçiştirilemez. Her şeyden önce bu durum ilkesel bir tutum gerektirir. İşine gelmeyen kabul etmeyebilir ancak NATO'nun genişlemesine evet demek öncelikle savaşa devam demektir. Sonra iş rejimin şantajlarına ve bu tehditler sonucu TC'nin elde ettiği kan dökme "meşruiyeti"ne "evet" demeye kadar gider. Tabii abarttığımı iddia edenler çıkabilir ancak "evet" diyerek ya da çekimser kalarak bu arkadaşlar ne elde edeceklerini anlatırlarsa ben dahil birçok kişinin merakla dinlemeye hazır olduğuna eminim. Ömrünü şu ya da bu egemenin, devletin veya NATO'nun aparatı olarak geçirmiş muhteremlerden elbette bir beklentimiz olamaz; ancak dünyanın geleceğine dair umut taşıyanların en başta kendileri olmak üzere herkese borcu var...
(AS/AÖ)