Efendim; vicdanım rahat durmuyor, dilim susmuyor, kalbim elvermiyor… Son haftalarda olup bitenlerin Sayın ve Sevgili Başbakanımızın, o büyük Usta’nın dışındaki herkes tarafından yanlış değerlendirildiğini gördükçe içim içimi yiyor, itiraf etme isteğim artıyor, yakamı bırakmıyor. Bendeniz 33 yaşında bir yurttaşım. Üniversite mezunu, eli kalem tutan, ağzı laf yapan seçkin bir yurttaşım üstelik. Halk değil millet yanında bir insanım yani. Lakin zaaflarım var, duygusalım ve oyuna gelmeye hazırım. Ülkem için canımı veririm; “Niye canını veriyorsun, herkes yaşasın, sen de yaşa!” diyeni de döverim; öyle seviyorum ülkemi ben ve de onun içinde yaşayan çoğunluğu, yani milletimi.
Tüm bu hissiyatıma rağmen bir süredir, zannediyorum 16-17 gündür yanlış bir yolda yürümekteyim. Başbakanımızın çok doğru bir şekilde tahlil ettiği üzere, adına “halk” denen bir grup çapulcu ve ayyaşla birlikte sokaklardayım, sokaklarday-dım daha doğrusu. Ta ki o güzel insanın o güzel lafları, cümleleri içime işleyene kadar. Şimdi, bu büyük oyunu bozmayı kendime bir görev sayıyor ve itiraf ediyorum.
Nasıl çapulcu oldum?
Her şey, bir gün televizyonda, bir takım insanların Gezi Parkı denen ot, kene, böcek dolu o iğrenç yerde sakin sakin eylem yaptığını duyduğum gün başladı. Meraklıyım, dayanamayıp görmek için Park’a gittim. Tuhaf bir manzara: İlkel çadırlar kurulmuş, ellerinde kitaplarla, iPadlerle kadınlı erkekli gençler iç içe oturmuş, sağa sola üzerinde yıkıcı sloganlar yazan pankartlar asılmış vesaire… Neymiş, “Gezi Parkı, park olarak kalacak”mış. Yok artık! Ondan sonra hepimiz o keneler yüzünden Kırım-Kongo kanamalı ateşi geçirelim de millet kırılsın, bölünsün değil mi? Yemezler, yedirtmeyiz.
Neyse efendim, ben bu duygusal halimle orada o gençlerimiz için üzülürken ve tam “Burada, bu sefil insanların arasında ne işim var?” diye düşünürken yanıma maalesef sarışın ve renkli gözlü bir bayan yaklaştı. Türkçesinin hafif bozuk olduğunu ilk anda fark ettiğim ve o anda yabancı olduğunu anladığım bu bayan,
“Eylemimize destek için mi buradasınız?” diye sordu.
“Bilmiyorum” dedim, “Yani aslında yalnızca meraktan…”
“Peki, eyleme destek olmayı istemez misiniz?”
“Sizler ülke için kılınızı kıpırdatmayın, burada öylece çime yayılın, oturun, sonra benim gibi seçkin bir millet ferdinden destek isteyin. Bilemiyorum yani...”
Verdiğim haklı yanıt, bu bayanı sersemletmişti. Uyuşturulmuş beyinleriyle ortalıkta dolaşan o karanlık insanlardan biri sanmıştı herhalde beni, bunu beklemiyordu. Sakin durmaya çalıştığı her halinden belliydi. Konuyu değiştirmek istediğinden olacak, elime bir bardak çay ve bir sandviç tutuşturdu, “Açsan ye” dedi. Acıkmıştım, yedim. Çayımı yudumlarken bir şeyler anlatmaya başladı: İktidarın nasıl devrileceğinden, bu eyleme katılanların nasıl kârlı çıkacağından, dünyanın nasıl da bu eylemcilerin arkasında olacağından, aslında bu eylemlerin devleti de güçlendireceğinden bahsetti. O anlattıkça bakış açımın değiştiğini, belki de aradığım sorulara yanıt bulmaya başladığını fark ettim. Benim gibi zeki, seçkin, karizmatik, etkileyici, devletini seven bir millet ferdinin ne kadar faydalı olabileceğini defalarca söylediği bir saatin sonunda, bu kez o mavi gözlerini gözlerimin içine dikerek, “Eyleme destek vermek ister misin?” diye sordu. Dedim ya, merak ve duygusallık en büyük zaaflarım; “Peki, bir deneyelim” dedim.
Kozmik odayı nasıl gördüm?
O günün akşamında kendimi benim yaşlarımda, sakallı ve maalesef küpeli bir arkadaşla birlikte Taksim’deki adını vermek istemediğim büyük bir otelin alt katlarına inerken buldum. Karanlık ve labirent gibi dehlizlerde yürüyor, bir kapıdan giriyor, oradan bir başka koridora geçiyor, karşımıza çıkan kapılarda duran güneş gözlüklü, kötü suratlı görevlilere, “FaiLob”, “Vandalcan”, “MilletDüşmanı”, “ÇokYaşaDarbe” gibi parolaları sıralayıp kapılardan içeri giriyorduk. Karşımıza çıkan son kapı, iki kanatlıydı ve en büyüğüydü. Parolayı söyleyince gıcırdayarak açıldı. Girdiğimiz büyük odayı şöyle tasvir edeyim: Her yerde üzerlerinde haç ve Davut yıldızı olan sütunlar, yerde kırmızı halılar, yarı karanlık bir ortam yaratan tuhaf ışıklar, ortada kocaman yuvarlak bir masa, masanın etrafında hepsi siyah takım elbiseli ve güneş gözlüklü 8 kişi, ellerinde purolar… Aslında hep belgesel izlerim, ancak birkaç kez belgesel kanalların ulaşmaya çalışırken gözüme ilişen, Samanyolu TV’de izlediğim dizilerdeki Ergenekon odalarının aynısı anlayacağınız.
Masanın kenarına arkasında “Eylemci” yazan bir sandalye çektiler, oturmamı söylediler. Oturdum. Adımı, mesleğimi, gelirimi ve nasıl bu kadar karizmatik olabildiğimi sordular. Anlattım. Eylem planlarından bahsetmeye başladılar. Bütün detaylarıyla, sonraki birkaç gün içinde olacakları anlattılar. İtiraf etmeliyim ki bu adamların anlattığı her şey sonraki günlerde gerçekleşti. “Peki benden ne istiyorsunuz?” diye sordum; hâlâ biraz şüpheliydim. “Senden, İstanbul’daki eylemlerde en önde yer alacak 12 kişiden biri olmanı istiyoruz” dediler, “Bugün bir arkadaşımızı epeyce etkilemişsin anlaşılan.”
Biraz düşündüm, birkaç dakika kadar. Bir yandan hayatımda ilk kez kıymetimin anlaşılmış olmasından duyduğum müthiş heyecan, diğer yandan tam olarak nasıl bir oyuna girdiğimi bilmemenin endişesi… “Tamam,” dedim, “Let’s start!” İngilizce yanıt vermemin masanın başındaki o 8 kişiyi nasıl etkilediğini anlatamam; o kadar ki içlerinden biri karanlıkta niye taktıklarını da anlayamadığım güneş gözlüğünü çıkardı ve sol gözünü kırptı. Ben tam neden sol gözünü kırmış olabileceğini, bunun ne anlama gelebileceğini düşünürken bana eşlik eden sakallı ve küpeli arkadaş kolumdan tutarak, “Hadi, çıkıyoruz” dedi. Çıktık.
Benim için bir yandan zorluk ve karmaşa, diğer yandan zevk ve sefa dolu günler başlamıştı. Elime yine aynı gün tutuşturulan zarf, dolar ve Euro’yla doluydu. Tarafıma özel bir araç ve şoför tahsis edilmiş, eylemlerde kullanacağımız en kalitelisinden gaz maskeleri, anti-asidik sanılan ama aslında sıkılanda subliminal olarak saldırganlık ve devlet düşmanlığı yaratan beyaz sıvıyla dolu şişeler, bugün bile içinde bir yerlere beynimizi kontrol eden bir çip takılı olduğuna inandığım kasklar bagaja doldurulmuştu. Şoför, İstanbul’un ve hatta Türkiye’nin her yerinden eylemcilerin otobüslerle Taksim’e doğru taşındığını, bu eylemcilerin ayrı gruplar halinde orada burada dolaşacaklarını, sabaha karşı devletin emniyet teşkilatı içindeki bir adamımızın talimatıyla polisin parka girerek olayların fitilini ateşliyormuş gibi yapacağını ve harekâtın başlayacağını anlattı. Allahım, benim için her şey ne kadar da hızla gelişmişti. Oysa biliyordum ki o karanlık odada oturanlar bu planı aylar önce işletmeye başlamıştı.
İlk birkaç günü özetleyeyim: Gün boyunca, derin ve gizli güçlerin özenle seçtiği, beslediği ve çevreye dağıttığı, çoğu genç binlerce insan Taksim civarındaki semtlerde her şeyden habersizmiş gibi dolaşıyor; derken cep telefonlarına SMS olarak gelen bir kodla (“Vandalcan-Direncan”) harekete geçiyordu. Biz 12 eylem lideri, Taksim’e çıkan yolların bir noktasında duruyor (asla en önde değil), önümüzden ileride kurulan barikata doğru hızla geçen eylemcileri yönlendiriyor, olmayanın eline maske tutuşturuyor, gaz yiyip geri dönenlere de subliminal sprey sıkıyorduk. Bir nevi koordinatörlük yaparak cep telefonlarımıza Kozmik Oda’dan gelen mesajlara göre eylemcilere bir şeyler anlatıyor, kimi zaman da ellerine para tutuşturarak “Hey dostum, bundan biraz daha istiyorsan daha iyi çalışmalı, mesela şu otobüsü devirenlere katılmalısın” gibi laflar ediyorduk. Polis bir şekilde kalabalığı dağıntınca, arka sokakların birinde bizi bekleyen araçlarımıza yöneliyor, üzerimizdeki tişörtten kurtulup altına giydiğimiz beyaz gömleğimiz ve mutlaka güneş gözlüğümüzle araca her şeyden habersizmiş gibi biniyorduk. Çevredeki en lüks otellerde dinleniyor, Faiz Lobisi adlı şirketin odalarımıza gönderdiği bir kuş sütü eksik yiyeceklerle besleniyor, gelen talimatları değerlendiriyor ve işaret geldiğinde tekrar araçlarımızın arka koltuğunda eylem alanlarına gidiyorduk.
Gezi Parkı’ndaki o bayan neredeydi?
1 Haziran günü polis daha fazla dayanamayıp çekildiğinde, yine Faiz Lobisi şirketinin kamyonlarla getirdiği çeşitli örgütlere ve partilere ait bayrakları orada topladığımız on binlerce insana dağıtıp Taksim’e girdik. Her biri elimizdeki gizli formüllü spreyden nasibini almış yüz binlerce insan, spreyin etkisiyle büyük bir coşkuya kapılmış, bir zafer havası yaşamaya başlamıştı. Bu durumun biz 12’lere yüklü bir prim olarak döneceğinin bilinciyle, yüzümde mağrur ve muzaffer bir tebessümle tüm meydanda dolaştım. Gezi Parkı’na ikinci kez o gün gittim. Gözlerim, beni eyleme davet eden ve beni Lobi’yle tanıştıran o bayanı aradı; bulamadım. Bu kez hepsinin bizden olduğunu bildiğim ve gazeteci kılığına girmiş olan yabancı ajanlar vardı insanların arasında. Parkta herkes aynı örgütten olduğu için hepimiz birbirimizi tanıyorduk. Sağda solda, “Nasıl da kumpasladık değil mi bebek?!”, “Arkamızda ABD ve İsrail oldukça bir halt edemeyeceğini anlamıştır artık cicim”, “Şu ağacın altında, herkesin içinde sevişelim mi yavvrummm?” gibi laflar duyuyordum. Normalde hiç tasvip etmeyeceğim şeyleri tasvip ediyor, gelecek olan primin miktarıyla körleşen gözlerimin gördüğü her şeyi beğeniyordum.
Bu büyük oyunun en önemli parçalarından biri olmuşken, bakış açım, sevgili Tayyip Erdoğan Başbakanımızın Atatürk Havalimanı’nda yaptığı konuşmayla değişmeye başladı. Şimdi pişman olmuş halde düşünüyorum da, nasıl da tüm gerçeği görmüş, o güzel tebessümüyle nasıl da anlatmıştı biz millete. Ama bir anda uyanamadım, aydınlanamadım maalesef. Her ne kadar Başbakan tüm gizlimizi saklımızı millet önünde ifşa etmiş olsa da örgüt yılmadı; bilakis, bu ifşaatın gösterdiği “Faiz Lobisi”, “uluslararası güçler”, “Ergenekon” laflarıyla dalga geçen vatan haini insanlar yüzünden daha da güçlendi. Malum, şeytanın yaptığı en büyük kurnazlık tüm dünyayı yaşamadığına inandırmaktır. Önümüzdeki bir diğer engel, vatansever medyaydı. Bu kumpası en baştan anlamış olan kimi kanallar, gazeteler eylemlerimizi göstermiyor, yüz binlerce örgüt üyemizin Taksim’deki buluşmasını bile görmezden geliyordu. Yine bugün anlıyorum ki onlar milletlerinin iyiliğini isteyen, Başbakanlarının, Başbakanımızın izinden yürüyen şerefli insanlardır. Keşke hepimiz gerçeği onlar kadar erken görebilseydik, keşke bu oyuna gelmeseydik, keşke Faiz Lobisi şirketinde işe girmeseydik.
Nasıl aydınlandım?
Kafam zaten karışıktı. Gâh sokaklarda, barikatlarda, gâh havuz başlarındaki barlarda zevk içinde geçirdiğim 10 küsur günün sonunda içimdeki millet aşkı bu kez daha da büyüyerek geri gelmeye başlamıştı. Dahası, eylemler sırasında aslında bizim can ve mal güvenliğimizi koruyor olan polisimizin düştüğü durumu görüyor, vatanın bu güzel çocukları için üzülüyordum. Duygusal mizacım ve siyasi duruşum itibariyle her zaman mazlumdan yana olmuşumdur. Şimdi sevgili Başbakanımızın, valimizin, polisimizin halini gördükçe onlara daha fazla sempati duyuyor, düşündükçe de sokaklara dökülen bu zalimlerle aynı safta olduğuma şaşıp kalıyordum. Tam da böyle düşündüğüm bir anda telefonuma gelen şifreli bir SMS’le kumpastaki görevimin “şimdilik” sona erdiğini öğrendim. Biz 12’lerin görevi şimdilik sonlanmış, yerimize uluslararası medya işe koşulmuştu. Mesaj, “CNN International’daki yoldaşlarına güven; hepsi en az senin kadar kalender çocuklar” diye bitiyordu. Beklediğim an buydu demek! Hemen kafamdaki o çipli bareti çıkardım, elimdeki subliminal spreyi attım, üzerimdeki tişörtü yeşil dev Hulk (asla “halk” değil) gibi yırtarak Taksim’den Cihangir’e, oradan da Tophane’ye doğru koşmaya başladım. Ağlayarak koşuyor, koşarken de “Sevgili Başbakanım beni affedebilecek misin?” diye bağırıyordum. Derken Tophane civarlarında önümü kesen birkaç vatansever genç, “Ne bağırıyorsun lan Merzifon eşeği gibi?!” diyerek sağlı sollu yumruklarıyla ve ellerindeki sopalarla biraz hırpaladılar beni. Olsun; o mübarek sopaların kafama her çarpışıyla biraz daha aydınlanmış olduğumu biliyorum. Çünkü o gençlerden biri, bir yandan beni yumruklarken diğer yandan soruyordu:
“Ülkeni sevmiyor musun?”
O an dişlerim kırıldığı için cevap verememiş olsam da şimdi cevap veriyorum:
“Çok, çok seviyorum ülkemi, devletimi. Ölürüm, öldürürüm ülkem için. Hele milletimi; bayılıyorum milletime.”