"Ne tuhaf bir yaşam bu!... Her yerde yabancı olmak, her ayrılışta, her yola çıkışta, sonunda kendi yerine, yurduna varabileceği umudunu taşımak, garip bir iştir. İnsanın kendi yeri, yurdu, neresi?" Bilge Karasu, Narla İncile Gazel
Fransa’da güneşli bir Paskalya pazartesisi, odun ateşinde çikolatalı omlet partisinin son saatlerinde, kuzenler ve arkadaşlarıyla birlikteyiz. Fransız eşimin ailesinde bir Paskalya geleneği çikolatalı omlet, şimdi de genç kuşaklarda sıra. Aile gelenekleri zaman içinde kopuşlar ve değişimler karşısında, süreklilik hissini korur, insanları birbirlerine ve geçmişlerine bağlar.
Bıyıkları ve esmer saçları ile diğerlerinden farklı görünümlü genç, Türkiye’den olduğumu söylememe ve Fransızca cevap vermeme rağmen benimle İspanyolca konuşma konusunda ısrarcı. Oysa onun İspanyolcası da kırık. Şilili, yani öyle çağırıyor dönüp dolaşıp “işte bunlar benim ailem” dediği çocukluk arkadaşları. Bir anda tüm ailesi Pinochet tarafından öldürülmüş, Montpellier’de oturan arkadaşından bahsediyor. Bizim Şilili ise kendi “gerçek” ailesini hiç tanımamış, iki haftalıkken Şili’deki yetimhaneden evlat edinmiş Fransız bir çift onu. Yıllar sonra Fransız babasıyla beraber, ilk kez doğduğu yere gittiğinde kilisenin papazı tanımış onu, bir de anneanne dediği yetimhanedeki kadın. Rastlantı değil hiçbir şey. İki gün önce geleneksel müzik ve dans festivalinde göçebe karavanında sütlü baharatlı Hint çayları yapan Portekizlinin, ona Türkiye’den plak göndermem sözüyle aralarında Brassens, Moustaki ve Ferrat’nın da olduğu Fransız müzisyenlerin 1977 yılında Şilili yetim çocuklar için hazırladıkları plağı hediye etmesi de rastlantı değil. Bizim Şililinin, Şili hakkında pek az şey bildiği ortada, Şili onun için iki haftalık karanlık bir geçmiş adeta. Bana Paris’teki ünlü Şilili tekno DJlerini anlatıyor. Ne de olsa o da kendince seksen kuşağı. Adı olmayan Şilili doğduktan üç yıl sonra yıkılacak Pinochet iktidarı... Bizim Şilili Fransız trenlerine kaçak binenlerin cezasını kaydediyor şimdi…
Vahşet ve acı olduğu yerde kalmıyor, nar taneleri gibi saçılıyor dört bir yana… Nar…sonbaharın habercisi kadim ve hüzünlü meyve… “çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane”… Basit bir bilmecenin vermesi zor yanıtı… Nar… bereketin simgesi… Ermeniler, her yılın ilk gününde evlerinin, işyerlerinin girişinde nar kırarlarmış... Nar… umudun simgesi… Ermeni düğünlerinde yeni geline nar kırdırma geleneği varmış, ne kadar yere saçılırsa o kadar çocuğu olacak demekmiş...
“Türkiye’densin demek, benim babam da Maraşlı”
Narlar saçıldı hem de öyle bir saçıldı ki hiç ummadığın yerde karşına çıkıveriyor, sınavda sorular çalışmadığın yerden gelmiş gibi şaşakalıyorsun. Jamaika’da Mavi Dağlar var, yağmurun bereketi dört mevsim güneşle birleşince öyle lacivert parlıyor. Jamaika’nın bu en yüksek tepesine varmadan önceki son konaklama yerindeyiz. Koca adada ısınmaya ihtiyaç duyulan tek yerde, bu eski konağın sahipleri ve ailesiyle şömine ateşinin sıcaklığında, mum ışığının loşluğunda geçen sohbetin sabahında, bizim kız ve onların çocukları o yemyeşil bahçede paskalya yumurtası avına düşmüşlerdi tam bir yıl önce. Orta sınıf kentli Sünni-Türk kültüründe büyüdüğüm yıllarda Ermeni, Rum komşularımız yoktu bizim, paskalya ise sadece bir çörek ismiydi.
Tam vedalaşıp zamanın adeta donduğu bu eski konaktan ayrılmak üzereyiz. Bembeyaz teni Mavi Dağların bir ton açığı gözleriyle yetmişine merdiven dayamış D[*]. çıkageliyor karşıma: “Türkiye’densin demek, benim babam da Maraşlı.”
Komşuymuş, birkaç yüz metre aşağıdaymış evi. D.’nin soyunun ta Maraş’tan elektriğin bile olmadığı bu dağ tepesine nasıl geldiğini merak ediyorum. Türkçe bilmiyor D., biraz Ermenice belki. Hikâyesi uzun, nar tanelerinin hikâyeleri hep uzun, anlatmaya ya vakit yok, ya da cesaret… Ya da anlaşılacağına dair umut ve inanç kalmamış artık…
Babası Halep üstünden Yunanistan’a gidiyor, orada hayırsever bir İngiliz’in yetimhanesinde kalıyor. Eğitimini tamamlayınca hayırsever İngiliz kadın Jamaika’da açtığı okulda öğretmenlik teklif ediyor. D.’nin babasının yolu, aynı okulda çalışan Amerikalı eşiyle tanışacağı Jamaika’ya düşüyor bu sefer de. Yani D. Anadolulu bir Ermeni babayla Amerikalı anneden olma, Jamaika aksanıyla İngilizce konuşan Türkiye dedin mi masmavi heyecanlı gözleriyle buruk ve hüzünlü bir heyecanla bakan bir Jamaikalı. Telaşla cebinden çıkardığı makinesiyle fotoğraf çektirmek istiyor bizimle. O hiç Türkiye’ye gitmemiş ama İtalya’da yaşayan kız kardeşi gitmiş, hem de birkaç sefer. Röportaj yapmak istiyorum. D. nazik birisi reddetmiyor asla ama Jamaika’dan ayrılmama bir iki gün kalaya kadar erteliyor da erteliyor, hazır değil belli ki, belki sonra…
Jamaika’nın ikinci Ermeni’si Aram varmış bir de, kendisi hiç tanışmamış olsa da D.’den öğreniyorum. Jamaika’nın ünlü otellerinden birinin genel müdürü Aram’la birkaç kez e-mailleşmemize rağmen bir türlü buluşamıyoruz. O da çok nazik biri, üslubundan belli ama çok meşgul. Bir gün mutlaka…
“Benim anne tarafım Ermeni"
Neden sonra bir gün mühendislik masteri yapan Beyrutlu Bernadette çıkageliyor adaya. Bizim Şililiyle aynı yaşlarda. Jamaikalı, Kolombiyalı, Fransız, Meksikalı ve İtalyanların olduğu bir grup toplaşıyoruz, herkes rengârenk boyalarla kendi dilinde dileklerini yazıyor Bernadette’in doğum gününde hediye tişörtün üstüne. Ben “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” yazıyorum. Dünyanın dört bir yanından müzikler eşliğinde, Bernadette’in kıvrak vücut hareketleriyle holihop çevirmesine hayran kalıyoruz, Lübnan ve Türkiye’den müziklerle göbek attığımız gece okyanusta son buluyor.
Ertesi sabah aniden bana dönüp “benim anne tarafım Ermeni” diyor Bernadette durup dururken... Annesinin büyükannesi Adana’dan Lübnan’a yürüyerek gelmiş, hatta bir çocuğunu da yolda doğurmuş. Büyükbabası da Fransız ordusuna katılınca bu sefer Mısır’a yürümüşler sonra da nihai olarak yerleşecekleri Lübnan’a. Bernadette ve kız kardeşi de Lübnanlı birçok Ermeni gibi 2012 yılında Ermenistan’a gidip Ermeni vatandaşlığı almış ama diyalekt farkı olduğundan anlamakta zorlanmış Ermenistan’da konuşulan Ermeniceyi. “Annem soykırım hakkında korkunç hikâyeler (gerçekler) anlattı bana” diyor, susuyor. Hrant Dink’i ise hiç duymamış, Hrant’ın güvercin tedirginliğini anlatıyorum ona. Merak ediyorum “Hiç Türkçe biliyor musun?” “Annemler özellikle benim anlamamı istemedikleri bir şey varsa Türkçe konuşurlardı aralarında ama sanırım hâlâ Ermenicede kullandığımız Türkçe kelimeler var, mesela pabuç” diyor. Ah! Bernadette pabuç deme bize, sana hangi birini anlatayım? Bırak yüz yıl öncesiyle yüzleşmeyi, delik pabuçlu komşumuza, dostumuza sahip çıkamamanın çaresizliği karşısındaki utancımızı nereye saklayacağımızı bilemediğimizi mi? Yoksa bu ülkede başka birilerinin halkın parasını pabuç kutularında nasıl saklayacaklarını bilemediklerini mi? Paralellerimiz var, paralel evrenlerimiz var. Bu yüzden kâh paranoyağız, kâh şizofren…
Birkaç gün sonra Bernadette’in staj süresi dolunca Jamaika’dan ayrılıyor. Yeni stajı için gittiği Malezya’da en güzel doğum günüm dediği 27. Yaş gününün tişörtü odasının kapısında asılı.
“Ah! Lokum”
Jamaika sonrası Küba’dayız. Havana- Trinidad yolunda kırk yaşlarındaki oğluyla İspanyolca konuşan teyzenin bize kraker ikram etmesi ile başlayan diyalogumuz bizim ikramımız Türkiye’den annemin getirdiği ceviz ve bademlerle devam ediyor. Arjantinli olduğunu öğrendiğimiz yetmiş dörtlük teyzenin gözleri ise lokumları görünce parlıyor, yıllar olmuş yemeyeli. Hava kararmış, varmak üzereyiz, yolun geri kalanında durup durup lokum diyor, gözleri doluyor, ya da bana öyle geliyor. Müzisyen olan oğul biraz Fransızca biliyor, bize çeviriyor anlattıklarını. Rodoslu olan babası 1914’te askerden kaçıyor, İzmir asıllı olan eşiyle de Arjantin’de tanışıyor. Nar taneleri nasıl da saçılıyor. Küba bizi şaşırtmaya devam ediyor. Yetmiş dört yaşında öyle dinç, öyle dimdik ki maşallah diyorum, patlatıyor hayat dolu bir kahkaha, oğlu ekliyor “maşallah, selam… bizim evde çok kullanılırdı”. Arjantin’de oralardan gelme çok diyor, “bir tane zapatocu (ayakkabıcı) var mesela”… Mevzu dönüp dolaşıp ayakkabıya geliyor. Ah teyzem! Hatırlatma bir pabuç deliğinden taşan utancımızı, yüzyıllık acı ve utanç sığmıyor işte hiçbir kutuya, taşıyor illa bir yerlerden…
Finliler empati duyguları gelişkin bir toplum olduklarından mı bilinmez, Fincede “başkası adına utanç duymak” anlamına gelen bir sözcük var: myötähäpeä (Almanca’sı fremdshämen.) Belki psikoloji biliminde patolojik bir haldir “başkasının utancını taşımak”. Hrant da, her seferinde gözyaşlarına hakim olmakta zorlandığımız röportajında “Hasta iki toplumuz biz, Türkler ve Ermeniler… İkimiz de tam klinik vakalarız. Kim tedavi edecek bizi? Kim reçeteyi verecek? Kim bizim doktorumuz? Ermeniler Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin doktoru, bunun dışında doktor, ilaç, reçete yok” dememiş miydi? Sözcükler arasında “erdem” yarışması yapılsa, oyumu bu Fince sözcükten yana kullanırım, ar damarı çatlamış bu devranda. Acıyı sırtlanmak gibi, özür gibi, af gibi erdemli bir şey başkasının utancını duymak… Tek bir duyguda ben ve öteki arasındaki sınırın ortadan kalkışı…
İnsanın gittiği her yerde hasretlik, her yerde yabancı hissetmesini, o buruk yersiz yurtsuzluğu biliyorum. Oysa benimki gönüllü göçebelik, dönmemecesine gitmek zorunda bırakılmayı ise ancak tahayyül etmeye çalışabiliyorum. Bu soykırımı ben yapmadım, ama benim atalarım olduğu iddia edilen birileri bu topraklarda milyonlarca insanı “cebren ve hile ile” yerinden yurdundan ettiyse, o acı benim acım, bu utanç benim utancımdır.
Bir ötekinin canını acıtsa insan dönüp özür dileyince, o acı unutulmaz elbet ama hafifler bir nebze. Acıyı tanımak yarayı iyileştirir. Evlat acısı çeken anayı yuhalatan, yuhalayan, yastaki madenciye tekme atan, attıran iktidar bağımlısı bu toplum yara sarmayı bilmiyor işte. Yoksa başka hangi dilde “yaraya işemek” diye bir deyim var ki? Sizi bilmem ama kıyımın, tecavüzlerin, aç susuz insanları yollarda telef etmenin, o toplumsal travmanın yüzyıllık acısını inkâr etmenin utancı benim “damarlarımdaki asil kanda” mevcut…
Paskalya baharın habercisidir, umuttur, diriliştir… Ama öyle olmuyor, bir hazan çöküyor üstüme, saçılan nar tanelerinin hüznü bu…(SGB/NV)
[*] Kullanılmasından çekindiğini hissettiğim için gerçek ismini kullanmıyorum.