Bir çamaşır deterjanı reklamından öğreniyoruz ki; "Kadınlar en zor leke olarak nar lekesini görüyor".
Markanın birkaç sene önce çekilen televizyon reklamında rol alan oyuncu Hazal Kaya'nın annesi, evde astronot kıyafetleri eşliğinde nar suyu sıkan kızını görünce şaşkına dönüyor. "Hazal bu ne hal, şaşırdın mı kızım sen" diye soran ve elinde bir paket deterjanla mutfağa giren anneyle kızı arasında geçen diyalog şöyle:
- Anne bu da nar yani.
- Çaresi de var yani.
Markanın çıkarılması en zor leke olarak lanse ettiği nar lekesi kampanyası epey tutmuş olacak ki, "Nar lekelerinde bile etkili" reklam sloganı şu sıralar da panoları süslüyor.
Geçtiğimiz Cuma günü, dönüş yolunda gözüme çarptı bir tanesi. Taksim'deki Ermeni soykırımı anmasından dönüyorduk.
Çoğunluğu ABD ve Fransa'dan gelen Ermenilerin olduğu geniş bir grupla, sabahın erken saatlerinde Elmadağ'dan başlayan yolculuğumuz Taksim'de sonlanmıştı. O gün hava güneşli, deniz pırıl pırıldı. Kırmızı karanfiller ve unutmabeni çiçekleriyle İstanbul'un bir ucundan diğerine seyahat etmiştik.
Elmadağ'dan Sultanahmet'e, Eminönü'nden Haydarpaşa'ya, Şişli'den Taksim'e...
Daha ilk durak olan Gomidas'ın evinin önündeki kaldırımda mızmızlanan küçük çocuğa, babası sabırla, sıkılmasın diye masallar anlatıyordu. O evin altındaki eczaneye elinde ses kayıt cihazıyla giren yabancı bir adam ise eczane çalışanlarına masal gibi gelen bir şeyler anlatmaya çabalarken herhangi bir tepki almaya çalışıyordu:
"Gomidas'ı biliyor musunuz? Bu binada oturuyordu. Gomidas? Nakkaşyan? 1915? Ermeniler? Burada oturuyorlardı. Onlara ne olduğunu biliyor musunuz?"
Bilmiyorlardı. Bu, İngilizce konuşan heyecanlı adama gerçekten bir cevap vermek istiyor gibiydiler ama belli ki verecek bir cevapları yoktu. Ağızlarının kenarında bir mahçup gülümseme, dinliyorlardı.
Aynı kaldırımda siyahi adamlar vardı. Ruanda'dan gelmişlerdi. Soykırım kurbanlarının çocukları olan Charles ve Mirindi, tektip takım elbiselerinin içinde jilet gibiydiler. Kollarını önlerinde kovuşturmuş, yakalarındaki mor unutmabenilerle sessiz duran gençler, törene kulak kesilmişlerdi. Öte yanda Nor Zartonk'tan küçük bir grup, Fransızca konuşan bir gazeteciye tercüman aracılığıyla 24 Nisan 1915'te İstanbul'dan sürülen Ermeni aydınları anlatıyordu:
"Ki Krikor Zohrab bir gece önce Talat Paşa ile tavla oynuyordu..."
İlk anma bitip de yola koyulduğumuz sırada, birkaç esnaf kendi arasında laflıyordu:
- Ne için gelmiş bu insanlar?
- Yabancılar galiba.
- Zaten Türk olsalar polis gelirdi hemen!
Meraklı bakışlarla grubu süzen esnaf da şimdi her sabah "Bismillah" diyerek açtığı dükkanların bir zamanlar bu insanların akrabalarına ait olduğunu bilmiyordu.
O gün, gittiğimiz her alanda eylem içeriği aşağı yukarı aynıydı:
Ermeni aydınların isimleri sıralandı. Ermenice ve Türkçe açıklamalar okundu. Adalet istendi. Sessizce oturuldu ve gidildi.
Hem ironik hem de anlaşılır bir şekilde, kimi Sason'dan kimi Muş'tan kimi Diyarbakır'dan ölüme sürülmüş aile büyüklerini anmaya gelenler, sonsuz acılarının ağırlık merkezi İstanbul'da oldukları için mutluydular.
Haydarpaşa yolunda, martıların, simitlerin, müziklerin eşlik ettiği vapur yolculuğu sonunda, gar merdivenlerine oturuldu.
Benzer eylem tekrarlandı, fotoğraflar kaldırıldı ve yola koyulmak üzere ayaklanıldı.
Garın çaprazındaki büfenin önünde soda içen bir adam vardı. Bir eli cebinde, sodasını sessiz sakin yudumlayan bir adam.
Dünyanın en makul insanlarından biri gibiydi. Neden sonra büfe sahibine dönerek, "Buraya kadar gelmişler, eylem yapıyorlar bir de" dedi. "Aslında bacaklarını kıracaksın bu şerefsizlerin" derken, sodasını sessizce yudumlamayı sürdürüyordu. İkisi bu konu hakkında anlaştı, birbirlerini anladıklarını gösteren bir baş sallama hareketi yaptılar. Biz yolumuza devam ettik.
Aynı saatlerde Çanakkale'de, çocuk inadı tutmuş bir grup Türk yetkili, ardı sıra sürükledikleri beynelmilel yetkililerle, sanki Çanakkale Savaşı'nın yıldönümüymüş gibi zafer anması yapıyordu. Cihanın hiçbir ülkesinde elçi bırakmama yemini etmiş yetkililer, birkaç gün önce de "soykırım" tanımını kullandığı için Avusturya'daki Türkiye büyükelçisini memlekete çağırmıştı. Ancak ABD'nin, Çanakkale anmasına büyükelçi gönderecek olmasına seviniyor, aynı ülkenin soykırım dememiş olması karşısında ise göbek atıyorduk.
Washington'da binlerce kişilik soykırım anması karşısına daha insanların ne demeye çalıştıklarını anlamaya gayret bile göstermeden, Türk bayraklarıyla çıkıyorduk. Çünkü vatan ki tam olarak neye tekabül ettiğini idrak etmiş olmasak da mevzu bahis ise gerisi teferruattı.
Kravatlı olmayanlarımız ölenlerini anmaya gelenlerin bacaklarını kırmayı düşünüyor, takım elbiselilerimiz bacak kırmaktan hallice söylem ve politika üretmeye kararlı gözüküyordu.
Öyle bir duruşumuz vardı ki yani, nar lekelerinde bile etkili olacağını iddia edebiliyorduk!
Ancak gelin görün ki, nar lekesiyle uğraşmak zor iş. Öyle kolay çıkmıyor.
Kadınların bir bildiği olmalı, değil mi? (BK/HK)