Çalıştığım günlük gazetede tiyatro yazılarını ben yazardım. Bu işin benim için en sıkıntılı yanı, izlemek zorunda olduğum oyunların çoğunun akşam saatlerine denk gelmesiydi. İzlediğim bazı oyunları da beğenmediğimi düşünürsek, varın sıkıntımın boyutlarını siz düşünün artık.
Ama kitaplardan uyarlanan oyunlar için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Wolfgang Bochert'in tiyatroya uyarlanan Bu Salı'sını çok beğenerek yazmam bir yana, oyunun etkisinde kaldığımı bilen editörüm, "Hadi bak, bu oyunu da beğeneceksin, Emile Zola'nın Nana'sını izleyeceksin daha ne istiyorsun?!" diyerek, sözüm ona miskinliğimden kurtarmaya çalışıyordu beni.
Tiyatroya gitmeyip sinemanın büyülü atmosferine dalsam daha iyi olmaz mıydı sanki. Sinemada hiç olmazsa perdedekilerle gözgöze gelme olasılığım hiç yoktu. Bu durumda, uyuşukluğumdan sıyrılmaya da gerek duymazdım nasıl olsa. Ama tiyatro öylemiydi ya, dinamik olmak zorundaydım, üstelik oyuncularla bire bir görüşme yapmam da gerekebilirdi.
Bu zor işi niye üstlendim diye kendime kızmakla zaman kaybediyordum aslında. Bir an önce gazeteden çıkıp, oyuna yetişmeliydim. Ertesi güne hazır olmalıydı yazı. Masamdan kalkmadan, çantama koyulacak mataryalleri ayarladım önce. Ses kayıt cihazı ve fotoğraf makinesini en sona bırakmıştım. Son bir hareketle bu ikisini de sırt çantama yerleştirdiğim gibi kendimi binanın dışın attım.
Yanımda az para vardı, taksiye binmek istemiyordum ama, geç de kalıyordum. Taksi tutup, masrafa yazdırmaya karar verdim. Nasıl olsa bu gazete bana masrafların dışında para vermiyordu! Herkesten daha çok koştursam da "stajyer"dik sonuç olarak. Aslında sıkıntımın bir kısmı da bu durumla ilgiliydi. Hiç para almadığım bu yerde, niye bu kadar sıkı çalıştığımı kendime izah edemiyordum. Üç ay geçmişti hâlâ "stajyer"dim.
Bunları düşünürken öylesine dalmıştım ki, ben mi el ettim, yoksa taksici mi anladı bilmiyorum, çoktan taksiye binmiş, oyunun sergileneceği tiyatroya doğru yol almıştım bile.
Lüks tiyatro binası...
Son paramın önemli bir kısmını da taksiciye verdim. Soğuktu, neredeyse buz kesiyordu. Bu havada sıcak binanın içinde olmak iyi gelecekti. Kırmızı, kadifemsi yumuşak koltukları hayal ettim o an. "İyi ki de geldim" dedim kendime. Lüks tiyatro binası beni kendine doğru çağırıyordu adeta.
Bir bahçe içindeydi bina, çevresindeki çam ağaçlarıyla tiyatro binasından çok lüks bir villayı andırıyordu. Ama zaten villadan bozularak yapıldığını duymuştum bu binanın. Bir mucizenin eşiğindeydim sanki, kar da yağıyordu üstelik.
"Kar taneleri çam ağaçlarına niye bu kadar yakışıyor?" diye sormaktaydım kendime ki, bir inleme sesi duydum. Sesin geldiği yöne doğru bir iki adım attığımda, belli belirsiz bir karaltı gördüm. İnleme sesi çam ağacının altındaki o karaltıdan geliyordu. Biraz daha yaklaşınca, üşümüş, neredeyse ölmek üzere olan bir kadın görmeyeyim mi!! Ölmek üzere dediğime bakmayın, o soğukta, üzerinde ince kıyafetlerle, üstelik hasta olduğu her halinden belli olan birisi, o an ölmese de, daha sonra mutlaka ölebilirdi. Öyle bir ikilem içine girmiştim ki, binanın içine yönelmekle kadının yanında kalmak arasında bocalıyordum. Aslında merakım ağır basıyordu, kadının oradaki varlığının nedenini anlamak için kalmayı tercih ettim. Tam kadına orada bulunuşunun nedenini soracaktım ki, o benden önce davrandı. Sesi inilti halinde çıksa da, söylediklerini anlayabiliyordum:
-"Ben de geleyim sizinle. Benim hayat hikayemi sahneliyorlar içeride. Hasta yatağımdan kalkıp buralara kadar geldim. Sizinle içeri girersem bir şey demezler, ne olur..." diye yalvarmaya başladı.
Bir an hiç bir şey anlamadım, ama sonra, kafamda şimşekler çakmaya başladı.
- "Nasıl yani, siz Nana olduğunuzu mu söylemek istiyorsunuz yoksa?" dedim.
Kadın, hiç durmaksızın hızla, "içeride konuşuruz. Size her şeyi anlatırım. Karanlıkta en arkalara ilişiriz. Gömülürüz o koltuklara, bütün sorularınızı yanıtlarım" dedi.
Hem soğuktan, hem de durumun tuhaflığından gülme krizine tutulmuştum, -başıma gelen her ne ise ki, zaten bir sürü sorunla cebelleşiyordum-. Yazıyı yazmazsam yiyeceğim zılgıtı düşünüyordum bir yandan da. Yeterli param da yoktu üstelik. Tiyatrodan sonra son otobüse yetişemezsem ben de adının Nana olduğunu söyleyen kadınla sabahlardım artık.
"Nereden incelmişse oradan kopsun" dedim kendi kendime; gülme krizim de geçer gibi olmuştu. Artık her şeyi "ti"ye almak geliyordu içimden.
Zaten her şey bana sahte geliyordu, yaşadıklarım(ız), başımıza gelen her şey, gerçekliği zorlayıp paramparça ediyordu.
Kadın, pardon, Nana, içimden geçenleri anlamış gibi konuştu:
-"Hiç bir şeyi ciddiye almamak gerekiyor. Bu binanın sahibi benim için deli oluyordu. Burayı benim için tiyatro binası olarak bağışladı. Daha kimler benim için neler yapmadı ki. Ama şimdi düştüğüm duruma bakın. Hepsini bir bir anlatacağım size."
-"Tamam" dedim. Ona da, kendime de:
"Oyunu yazmasam da olur. Emile Zola, Nana'yı ayağıma kadar göndermiş, oyunun lafı mı olur."
Zola, seni niye buraya...
Salonun arkadaki koltukları boştu, en arkaya yöneldik. Salon sıcacıktı; bir kahvemiz olsa dedim içimden.
Nana'yla sohbet ederken, sahneden gelen sesleri duymuyordum artık. Nana'nın arada bir sahneye bakarak rol çaldığı, daha doğrusu Nana rolündeki tiyatrocu kadının tavırlarını ve söylediklerini beğenmeyip, "bu doğru değil, aslında ben..." diye araya girdiği de oluyordu.
Konuşmayı yönlendirmezsem, hem oyundan hem de Nana'dan öğrenmek istediklerimden olabilirdim.
-"Nana, istersen sorduklarıma cevap ver. Böylelikle daha az yorulursun, hem sana nasıl yardım edeceğimi de netleştirmiş olurum" dedim. Hemen ardından da sordum:
-"Niye başka bir yere değil de, İstanbul'a geldin; daha doğrusu Zola seni buraya niye gönderdi?"
-"Ah, bir bilseniz..." dediğini duydum sadece.
Neredeyse suskunluğu bir dakika kadar sürdü:
-"Çok yoksulduk. Ayyaş bir babam vardı. Annem de... işte, biliyorsunuz. Bataklıktı yaşadığımız yer. Vakarlı, şık giyimli beyefendileri, hanımefendileri rüyamda bile görsem bu kadar yanlarına sokulacağıma inanamazdım. Ne kadar güzel ve çekici olduğumu bu şık giyimli beyefendiler fark ettiler önce. Tiyatro oyuncusu olarak kendimi o bataklıktan dışarı attığımda, oyuncu olmanın saçmalığını da anlamıştım. Her şey oyundu zaten. Bir bakışımla ya da vücudumun ayartıcı kıpırtısıyla hayalimde bile ulaşamayacağım lüksün içine dalmıştım. Benim ve benim gibilerin, bataklıkta yaşayanların tümünün çektiği ızdırabın ne kadar saçma olduğunu, o beyefendileri tanıyınca anladım. O salaklar, benim bir hareketimle tüm saltanatlarını ayaklarıma fırlatıyorlardı. Kibar, soylu ailelerini, karılarını benim için hemen oracıkta terk etmeye, hazırdılar. Nasıl eğlendim, onlarla nasıl oynadım anlatamam. İnim inim inlettim onları. Köşklerini başlarına yıktım, hayatlarını darmadağın ettim. Üstüme boca ettikleri pırlantaları bile çöpe atıp eğleniyordum."
Anna kendini öyle bir kaptırmış anlatıyordu ki, yüzündeki gölgeler koyulaşırken, birden ışıltılı bir görünüme bürünüyor, eski hallerini yeniden yaşıyordu.
-"Nana, çok hızlı gidiyorsun, kafam karışmaya başladı. Şimdiki halinle, yaşadıklarını bağdaştırmaya çalışıyorum. Görüyorum ki, seni hiç kimse anımsamıyor artık. Üstelik çok düşkün durumdasın. Bu hızlı yükseliş ve düşüş benim de başımı döndürüyor. Bütün bunlar nasıl oldu? Zola seni bu halde buralara niye gönderdi?"
Kentin parıltıları...
Nana'ya yanıt alamayacağımı bildiğim sorular da soruyordum. Bütün bunları ancak onu da yaratan Zola cevaplayabilirdi. Ama o yanıtladı tüm sorularımı: Meğer Zola, Nana'ya gerekli uyarıları yaptığı gibi tüm bilgileri de vermiş.
-"Sizin buralar benim yaşadığım dönemlere benziyor(muş)" demesin mi!
-"Nasıl yani?" dedim. "Sen, bütün bunları nereden biliyorsun. Biliyordun da madem, o zor, sefil hayatı niye seçtin?" diye ekledim.
Niye yalan söyleyeyim, bunları söylerken yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Kabalığımdan, pişkinliğimden utanmıştım. Özür dileyecektim ki, onun söylediklerimden etkilenmek bir yana, hiç aldırmadığını fark ettim.
-"Biz bataklıkta yaşayanların aklını önce kentin parıltıları çeler" diyordu. Onun bir cümlede söylediğini Zola onun adını taşıyan kitapta şöyle yazmıştı:
Nana, erkeklerin ahmaklıkları ve rezilliklerinden yararlanarak zengin bir kadın, yüksek kaldırımların markisi oldu. Hovardalar dünyasında parlayan bir yıldızdı artık. Birden ve kesin olarak büyük bir ün kazanmıştı; paranın verdiği çılgınlıkla, gözüpekçe ve harvurup harman savururcasına harcıyordu güzelliğini. Kısa bir süre sonra en pahalı elde edilen kadınları gölgede bıraktı. Fotoğrafları vitrinleri süslüyor, gazetelerde adı geçiyordu. Araba ile bulvarlardan geçerken, ahali durup kraliçesini selâmlayan bir halkın heyecanıyla seyrediyordu Nana'yı. O da arabasının içinde, elbisesinin eteği uçuşarak, bacaklarını uzatıp altı morarmış gözlerini ve kırmızı dudaklarını çerçeveleyen sarışın buklelerini sallayarak, neşeli neşeli ahbapça gülücükler dağıtıyordu. İşin şaşılacak yanı şuydu ki; sahnede bu kadar beceriksiz, namuslu kadın rolü yapmaya özendiği zaman bu kadar gülünç olan bu şişko kız, şehirde hiç çaba göstermeden insanları büyülüyor, kendine çekiyordu. Bir yılan gibi kıvraklık veriyordu vücuduna, hesaplı ve sanki farkında değilmiş gibi açık saçık giyiniyor göz kamaştırıcı bir zarifliğe bürünüyor, cins bir dişi kedinin soyluluğu akıyordu üstünden. Bir refakat aristokratı olmuştu şimdi. Yüksekten bakan ve isyancı bir davranışla güçlünün güçlüsü bir kraliçe gibi ayaklarının dibine sermişti bütün Paris'i. Öyle bir havası vardı ki, kibar kadınlar ona benzetmeye çalışıyorlardı kendilerini. (s.309)
Başka yerlerdeki, başka zamanlardaki Nana'lar...
Nana halen, "hoppa", "aşifte", "baştan çıkarıcı"lık özelliğinden vaz geçmiş değildi. Ama aradan geçen yüzyıllardan sonra bilinçlenmiş, kadınlara biçilen bu tek taraflı küçültücü ifadelerin toplumsal, patriyarkal arka planını da görmüştü:
-"Ben aşifte ve hoppaysam, benim bu halim için tüm servetlerini ayaklarımın altına serecek erkekler bana biçilen bu değerlerin gerçek yaratıcıları olarak, benim on katım olarak hoppadırlar. Üstelik bu hoppalıkları da nereden geldiği bellisiz servetleri ve zenginliklerinin bir sonucu. Maalesef sizin buralardaki ve başka yerdeki Nana'lar benim gibi açığa çıkmadıkları için, bütün dünya, düşmüşlüğü, aşifteliği bana mal ederek kurtulduğunu sanıyor. Buradan sonra daha çok yere gideceğim. Bataklıklarda biten güllerle, kendi zavallı ve alçak yaşamlarını süslemeye çalışan daha çok parıltılı kent merkezleri ve zengin erkekler var."
Hey ya, bu Nana neymiş! Neler söylüyor böyle! Ağzım açık kalmış, aptallaşmıştım. En ilginç olan da neydi biliyor musunuz; oyun bitmiş, binada da kimse kalmamış ve bizim varlığımızı fark etmediklerinden de kapılar kapanmış, orada hapis kalmıştık. Ama bundan şikayetçi değildim.
İkimiz de yorulmuştuk.
-"Nana"dedim, "ben biraz uyumak istiyorum."
Nana ne söyledi bilmiyorum. Rüyamda, Nana'nın geçmişteki halini görüyordum. Onun o parlak zamanlarında, yaşadığı dönemin realitesiyle bütünleşmiş, bir anlamda yaşadığı toplumsal ortamı yansılayan halini.
Arabaların sonu gelmiyor, sıkışık bir sıra halinde Cascade kapısından içeriye akıyordu. Büyük Omnibüsler de vardı bu arada. İtalij ens bulvarından kalkan otobüs elli yolcu getirmişti. Tribünlerin sağ tarafında yer aldı. Artık Dog-Cart'lar, çok zengin, süslü landonlar sökün etti, bunlara hasta beygirlerin çektiği her tarafı dökülen arabalar posta arabaları da karışıyorlardı. Bu arabaların sahipleri dışarda oturmuş uşaklarını da, şampanya sepetleriyle arabaların içinde bırakmışlardı. Bunların yanı sıra örümcek denilen üstü açık kocaman iki tekerlekli arabalar, çift atlı hafif arabalar yer aldı. Bu hafif arabalar çıngırak sesleri arasında akıp gidiyordu. Zaman zaman bir atlı geçince, yayalar korkarak, arabaların arasında kaçışıyorlardı. Çimenlikten bir ara ormanın uzak yollarından gelen tekerlek sesleri duyulmaz oldu. Şimdi gittikçe büyüyerek yaklaşan bir kalabalığın uğultusu, bağrışmalar, kırbaç şaklamaları geliyordu. Sonra, bir rüzgâr dalgasıyla güneş bir bulutun ucundan yüzünü gösteriverince altın bir ışık seli, koşumları ve cilâlı levhaları parlatarak kadınların ipekli elbiselerini havalandırıyordu, bütün bu ışık tozunun için de uzun kırbaçlarıyla, yerlerinde dimdik oturan arabacıların sırmalı elbiseleri alev alev parlayarak göz alıyordu. (s.347)
Roman ve yazarla ilgili bilgi:
Fransız yazar Emile Zola (1840-1902), yazdığı yirmi romanla 19. yüzyıl Fransası'nın toplumuna ayna tuttu. Konularını toplumun, özellikle de alt sınıfların yaşamından alan Zola, tıpkı diğer eserlerinde olduğu gibi Nana'da da, toplumdaki yaşamlara odaklandı.
Çamaşırcı bir anne ve ayyaş bir babanın kızı olan Nana'yla bir toplumsal panorama sunan Zola, Nana'da, alt tabakadan bir genç kızın, mevcut toplumsal gerçeklik içinde gelişen hayat hikayesini anlatır. Yoksul bir anne-babanın kızı olan Nana, henüz 16-17 yaşlarındadır.
Onu başlangıçta bir tiyatro oyuncusu olarak görürüz. Yalnız, Nana'nın tiyatrocu olarak oralara ne şekilde ve nasıl geldiğinin ayrıntıları pek anlatılmaz kitapta. II. İmparatorluk dönemidir. Nana, dönemin burjuvaları ve kontlarla oralarda tanışır. Zaten daha oyunculuğun en alt basamaklarında olan Nana, başka bir diğer tarafa çoktan geçmiştir bile. Zira Nana'nın güzelliği ve cazibesini fark eden dönemin "soylu" erkekleri kendisine gereken bütün konforu sağlamışlardır.
Nana'nın, söz konusu erkeklerle yaşadığı maceraları anlatır roman çoğunlukla. Yalnız, Zola, Nana profiliyle alabildiğine özgürce tüm seçeneklerini kullanan kadını eleştirir gibidir de aslında. Bir sefahat yaşanmaktadır ve bu sefahet de üst ve alt sınıflarla birlikte dönemin gerçekliğini yansıtmaktadır. Nana'nın ilişki içinde olduğu diğer erkekler ve değdiği yaşamların trajedik sonuçlarına tanık oluruz. Bir süre sonra, doruklarda olan Nana'nın hızla aşağılara doğru düşüşünü izleriz. Nana, alabildiğine yaşadığı bu sefahatin sonunda yalnız ve kimsesiz hayata veda edecektir.
* "İtalik" dizilmiş bölümler E.Zola'nın Nana adlı kitabından alınmıştır.