Namık Tarancı, halkının hayatına ve hakikatine tanıklık etmeyi, Kürdistan üzerine çökmüş zulmün sırrını çözmeyi, kendisini bekleyen akıbeti bildiği halde bir yere kaçmadan, kıpırdamadan öyle orada durup işini yapmayı onur bilen kendinden önceki ve sonraki Kürt gazetecilerden biriydi.
Onu 1982 kışında Malatya Cezaevinin 12 Eylül kâbusuyla kararmış bir müşahede hücresinde tanımıştım. O da ben de sonraki yıllarda gazetecilik yapacağımızı bilmiyorduk daha. Diyarbakır'dan sevk edilmiş bir grubun içinde gelmişti.
Diyarbakır Cezaevinde hakikaten ne olduğunu onlar müşahede avlusuna alındıklarında içimiz acıyarak idrak etmiştik. Altı yedi mahkum, hiç kimse kendilerine hiçbir talimat vermediği halde, ip gibi sıraya dizilerek uygun adım duvar dibine yürüyüp hazır ola dikilmişlerdi.
Cezaevinin gaddar ikinci müdürlerinden biri bile şaşkınlık içinde "yapmayın çocuğum" demişti, "ne yapıyorsunuz?"
Namık kendisini bu şekilde kapıp koyuvermeyenlerdendi. Diyarbakır'daki tarif edilmez zulmün bilgisini hiçbir şey eklemeden ve çıkarmadan bana aktaran oydu. Kemal Pir ve diğerlerinin hayatlarıyla ödedikleri onur kavgasının, Esat Oktay Yıldıran'ın akıl almaz zulmünün tanığı da oydu.
Oradaki her şeyi bu sessiz, sakin, ciddi, her şeyin farkında olan, gözünden hiçbir şey kaçmayan genç devrimciden öğrendim. Birkaç gün sonra başka bir yere götürdüler. O da, anlattıkları da aklımdan çıkmadı bir daha.
Namık Tarancı kendisinden son haber aldığımda 20 Kasım 1992'de Diyarbakır'da ensesinden vurularak öldürülmüştü. Haftalık Gerçek dergisinin muhabiriydi. 1990'larda Kürdistan sokaklarında kol gezen katillerin aramızdan aldığı yüzlerce insandan biriydi.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı'ndan (TİHV) Coşkun Üsterci TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'nda faili meçhul cinayetlerin en yoğun yaşandığı dönemlerin, 1992-1994 yılları olduğunu anlatmıştı: 1992'de 362, 1993'te 467, 1994'te 423 faili meçhul cinayet gerçekleşmişti.
Ölüm Kürdistan'da hala kol geziyor, ama gazetecilerin, insan hakları savunucularının, avukatların, iş insanlarının, sendikacıların, yurtseverlerin, her gün birer ikişer ortadan kaldırılmalarını ya da ortadan kaybolmalarını izlemenin; bunun olacağını bile bile çaresizce beklemenin azabını o günleri yaşayanlar bilir.
"Diyarbakır'da sabah saat 10.00-10.30 ile öğleden sonra 16.00-16.30 arası faili meçhul cinayet saatiydi" diye anlatmıştı Nadire Mater TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'nda tanıklık ederken: " (...) Hürriyet gazetesinin telsizinin başında bekliyorduk ve hiç sekmiyordu. Montlu birileri, arkadan tek kurşunla insanları enseden öldürüyordu."
Ya "meçhul fail"in peşine düştüğü gazeteciler? Onlar ne yaparlardı sinsice arkalarından yaklaşan katillerinin gölgesi üzerlerine düştüğünde?
" (...) evimizin çevresinde birilerinin dolandığının farkındaydım. Tedirgindik, o dönemde herkes tedirgindi. Çünkü silahların gölgesinde yaşamak insanın psikolojisini bozuyordu," diye anımsıyor o günleri Namık'ın eşi Derman:
"Olaydan bir gün önce Namık'ı ziyaret ettim. Büroda herkes sessizdi, ne olduğunu sordum. Meğer benden az evvel büroya biri gelip Namık'ı sormuş. Bürodakiler adamı izleyince dergiden çıkıp Diyarbakır Emniyet Sarayı'na gittiğini görmüşler."
O "biri"nin kapısına dayandığını hissedince Namık'ın aklına o yıl kurşunlanan Kürt gazeteciler gelmiştir mutlaka: 18 Şubat'ta Halit Güngen, 8 Haziran'da Hafız Akdemir, 31 Temmuz'da Yahya Orhan, 8 Ağustos'ta Hüseyin Deniz, 20 Eylül'de Musa Anter...
Yaşasa, Namık, bu cinayetler ağının nasıl yayıldığını başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın raporundan okuyacaktı. Özgür Gündem gazetesinin imtiyaz sahibi Bahçet Cantürk'ün öldürülmesi hakkında şunları yazmıştı Savaş, dönemin başbakanı Mesut Yılmaz'a sunduğu raporda:
"Kim olduğu ve ne yaptığı aşikâr olmasına rağmen Devlet, Cantürk'le baş edememiştir. Yasal yollar yetmemiş neticede 'Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk'ün devlete biat etmesi beklenirken adı geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir.'(...)
"Behçet Cantürk'ün öldürülmesinin doğruluğu yanlışlığı veya gerekli olup, olmadığı tartışmasına girilmemiştir. Ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Cantürk'ün öldürülmesi emrini kim vermiştir? Bu yetki kim tarafından kullanılabilir? Ve hangi ahvalde kullanılabilir? Kim kime karşı sorumludur? Sistem nasıl çalışmalı sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır?
"'Hukuk devletinde bu suallerin yeri olamaz' itirazı da kanaatimizce geçerli değildir ve realiteye uygun düşmez. Bu uygulama tüm dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama (cümle sayın Başbakan'a ters gelse de) Hukuk Devleti kuralları içinde bu tip kararlar alınacak ve Devlet ciddiyeti içinde uygulanacaktır. (...)
"Devletin ilgili tüm kurumları bu iş ve eylemlerden haberdardır. Başıboşluk, neticede ve Susurluk kazasının bardağı taşırmasıyla etrafa yayılmış ve devlet sırrı olacak konular gazete makalelerinin ve haberlerinin ana konusu haline gelmiştir. (...)
"Yukarıda ifade edilen hususların benzer konularda meselâ Savaş Buldan'ın öldürülmesi için de geçerli olduğunu ifade edebiliriz. Adı geçen kaçakçılığı, PKK yanlısı bölücü eylemleri ile tescilli bir şahıstır. Medet Serhat Yöş, Metin Can, Vedat Aydın için de aynı hususlar geçerlidir. Ülkenin birliğine, bütünlüğüne aykırı eylem sahipleri ağır bir cezayı hak etmişlerdir. Yapılanlarla aramızdaki tek ihtilâf uygulamanın şekline ve neticelerine ilişkindir.
"Nitekim Musa Anter'in öldürülmesinden -tüm olayları tasvip edenlerin dahi- pişman olduğu tesbit edilmiştir.
"Musa Anter'in silahlı bir eylem içinde olmadığı, daha çok işin filozofisi ile meşgul olduğu, öldürülmesinin yarattığı etkinin, kendisinin gerçek etkisini geçtiği ve öldürülme kararının hatalı olduğu söylenmektedir. Öldürülen başka gazeteciler de vardır."
Namık, gazeteci öldürmenin bir "devlet işi" olduğunu sezebilecek kadar deneyime sahipti kurşunlandığında. Ama bunun bir "teftiş kurulu" raporunda bu kadar açık, bu kadar fütursuzca dile getirilmiş olabileceğini herhalde düşünemezdi: Mesele öldürmekte değildi. Kim öldürecek ve nasıl öldürecekti? Kutlu Savaş'ın raporundan ortalığa dökülen devlet kaygısı buydu: Yanlış insanlar yanlış insanları öldürünce sorun oluyordu?
Savaş'ın raporu daha çok devletten maaş alan katillerin iplerini koparıp koparmadıklarını sorguluyordu. Onu sinirlendiren devletten maaş aldıkları halde haydutlaşan "ülkücü" tetikçilerdi. Namık'ın katilleri devlete başka bir fasıldan bağlananlar arasından çıkageldiler.
Hizbullah 1990'ların başlarında Türk Devleti'nin Kürdistan'da PKK ile savaşı sırasında zuhur etti. Daha çok kentlerde boy gösterdi. Başlangıçta, varolan devleti yıkarak yerine bir İslam devleti kurma amacı taşıdığını iddia etse de bölgede polisin takip ettiği, işkence gören ve zulme uğrayan muhalifleri hedef aldı.
Uluslararası insan hakları kuruluşu İnsan Hakları Gözlem'in (HRW) 2000'de yayınladığı bir raporda şöyle deniyordu: "Hiçbirini üstlenmese de Hizbullah belli bir cinayet işleme tarzıyla birlikte anılır oldu: Cinayetler gün ortasında, genellikle Doğu Avrupa yapımı silahlar kullanan iki genç tetikçi tarafından gerçekleştiriliyordu. Yerel yetkililerin 1993'te Hizbullah'a askeri eğitim verildiğini ileri sürdükleri Batman'da Valiliğin 1990'ların başlarında Doğu Avrupa'dan silah getirttiği ve bu silahların hesabının verilemediği yakınlarda ortaya çıktı.
"Zamanın Devlet Bakanı Fikri Sağlar'ın görüşüne göre, 'Güneydoğu'da Hizbullah'ın kurucusu, teşvik edicisi ve elbette kullanıcısı Silahlı Kuvvetler yüksek komuta kademesiydi. Hizbullah 1985 tarihli bir Milli Güvenlik Kararı uyarınca yaygınlaştırılmış ve güçlendirilmiş, hatta aralarından bazıları güvenlik güçleri karargâhlarında eğitilmişti." [*]
"(...) Hizbullah ile Türk güvenlik güçleri arasındaki bağlantıları incelemek 1990'larda tehlikeli bir işti. Bu bağlantıları araştırmaya kalkışan gazeteciler öldürüldü. Solcu 2000'e Doğru muhabiri Halit Güngen 18 Şubat 1992'de derginin Diyarbakır bürosunda öldürüldü. Dergi iki gün önce Hizbullah ve polis bağlantılarını konu alan haberini kapaktan yayınlamıştı."
Özgür Gündem muhabiri Hafız Akdemir de, Silvan'da bir başka Hizbullah cinayetinin kaçak faillerine yataklık eden birinin altı hafta emniyette kaldıktan sonra mahkemeye bile çıkarılmadan serbest bırakıldığını, bir Hizbullah kalesi olarak bilinen bu ilçedeki bir jandarma görevlisinin bu cinayetle doğrudan bağlantılı olduğunu yazdı. 8 Haziran 1992'de Diyarbakır'da yol ortasında kurşunlandı.
Namık Tarancı, meslektaşlarının ardından yas tutmakla çok vakit geçirmedi. Onların açtığı gazetecilik yolundan yürüdü. Gerçek'in son sayısında devrimcilerin bu çeteye taktıkları adla "Hizbukontra"nın üzerine giderken, amcasının [Cahit Sıtkı Tarancı] unutulmaz dizelerini hatırından geçirmiş, onlardan güç bulmuş olmalı: "Kapımı çalıp durma ölüm/ Açmam/ Ben ölecek adam değilim."
20 Kasım 1992 sabahı Namık haber için adliyeye gitmek üzere evden çıktı. Sonrasını Derman Tarancı şöyle anlatıyor: "Eşimi uğurladım, çocuğumun yanına uzandım. Tam dalmıştım ki silah sesiyle sıçradım, aradan 10 dakika bile geçmemişti. Balkondan bir şey göremeyince 'Çok şükür bugünü de atlattık' dedim. O sırada kapı çaldı ve komşumuz 'Eşinizi vurdular' dedi.
"Biri Namık'ın arkasından seslenmiş ve dönünce şah damarından tek kurşunla vurmuş. Yere düşünce birkaç el daha ateş etmiş, kovanları toplamış kaçmış.
Acaba başını çevirdiğinde, bir lahza sonra hayatına son verecek olan silahın namlusuyla göz göze geldiğinde Cahit Sıtkı'nın dizeleri şimşek hızıyla geçmiş midir aklından: "Alıştım bir kere gökyüzüne;/ Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar./ Sıkılırım,/ Kuşlar cıvıldamasa dallarında,/ Yemişlerine doymadığım ağaçların,/ Yağmur mu yağıyor,/ Güneş mi var,/ Farketmeliyim/ Baktığım pencereden./ Deniz görünmeli çıksam balkona./ Tamamlamalı manzarayı/ Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar./ Ekmekten olamam doğrusu,/ Nimet bildiğim;/ Sudan geçemem,/ Tuzludur teneffüs ettiğim hava. / Ya nasıl dururum olduğum yerde, / Öyle upuzun yatmış,/ İki elim yanıma getirilmiş,/ Hareketsiz,/ Sükûta râmolmuş;/ Sanki devrilmiş bir heykel?"
Namık Tarancı ve onunla aynı yolda yürüyenler Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nde yer alan ilkelere hayat kazandırmak isterken öldürüldüler:
"Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını (veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci; her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz."
Onların katillerinin cezasız kalması, sahici gazeteciler için hem bir utanç hem bir tehdittir. Meslek örgütleri gazeteci katillerinin cezasızlığına son verilmesine katkıda bulunmak istiyorsa önce onları "devrilmiş bir heykel" gibi düştükleri yerden kaldırıp bir gazetecilik anıtı olarak gelecek kuşaklara mal etmeli. Onların çalışma ve yaşama tarzına dayalı, "politik olarak sorumlu" gazetecilik standardının itibarını iade etmeli.
Sonra, Namık Tarancı'nın katlinin azmettiricisi "Hizbukontra" lideri Cemal Tutar'ı "boş yere hapis yatıyor" diye serbest bıraktıran iktidarla ve bu katillerin masumiyetini savunan başbakanın gözdesi "gazeteciler"le arasına yüksek bir duvar örmeli.
Bu devletin hakikate karşı cinayetle savaşma mirasını devralmış olan bir hükümetin Kutlu Savaş raporundaki "devamlılığı" göz ardı etmesini düşünmek saflık olur: "Bu uygulama [cezasız insan öldürme] tüm dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama (...) Hukuk Devleti kuralları içinde bu tip kararlar alınacak ve Devlet ciddiyeti içinde uygulanacaktır." (EK/BA)
[*] Siyah-Beyaz gazetesi röportajından alıntı, Kod Adı: Hizbullah, Faik Bulut ve Mehmet Faraç; Ozan Yayınları, Mart1999.