* "Nakka", Lubunca "Hayır" demek.
1 Kasım seçimlerinden sonra özellikle AKP’li yöneticiler tarafından “Yeni Anayasa” ve “Başkanlık Sistemi” söylemleri yeniden hız kazanmaya başladı ve nihayetinde AKP-MHP Türk-İslamcı koalisyonuyla “Türk tipi başkanlık” diyebileceğimiz ve 16 Nisan’da oylayacağımız paket ortaya çıktı.
Yeni Anayasa’nın yapılmasının elzem olduğu toplumun neredeyse tüm kesimlerince ikrar edilmiş gibi görünüyor. Ancak Cumhurbaşkanı, AKP ve yeni ortakları MHP anayasa ihtiyacını sadece başkanlık sistemine endekslenmiş durumda. Nitekim önümüze konan paket durumun vahametini gözler önüne seriyor. Paketin ayrıntısına girmeden, zira yeterince tartışıldı, devam etmeye çalışacağım, ancak AKP ve MHP’nin savunduğu argümanlar az da olsa bahsedilmeyi hak ediyor.
Birkaç örnekle özetleyecek olursak: OHAL koşullarında gidilen bir referandum varken AKP sıkıyönetimi bu sistemle kaldıracağını söylüyor. Hukuksuzluk artık tartışılamaz boyutlardayken hukuk devletini inşa etmek için cumhurbaşkanlığı sistemine evet deyin, diyor…
15 yıldır tek başına iktidardayken yapamadıklarını bir anayasa değişikliği ile yapabileceğini iddia edip insanları korku iklimiyle, tıpkı 1 Kasım seçimlerinde olduğu gibi “ya istikrar ya kaos” tehditleriyle oy vermeye yönlendiriyor.
On yıllara yayılan (yaklaşık 200 yıl) siyasal sistem tartışmasının temelinde başlangıçtan itibaren daha fazla demokrasi ve özgürlük arayışı yatıyor. Mevcut oylanacak anayasa değişikliği paketinin bu arayışa cevap vermediğini izah etmeyi zül addederim. Geçelim cevabı, çoktan seçmeli bir soruda bu şıkkın burada ne işi var dedirtecek absürtlükte.
82 darbesi sonrası yapılan anayasanın –yapılan tüm değişikliklere rağmen- ihtiyaca cevap olmadığı, baskıyı kurumsallaştırdığı ve AKP’nin bugün seçim kampanyasında kullanmakta beis görmediği “tekçiliği” devlet pratiği haline getirdiği aşikâr. Önerilen yönetim sistemi, yani adını sıkça duyduğumuz üzere cumhurbaşkanlık sistemi ise bu anayasanın devamı mahiyetinde. “Devlette devamlılık esastır” tümcesinin anayasal düzlemde somutlaşmış hali.
Çok iyi niyetle usulen değinmek gerekir ki halkların, kimliklerin ve inançların sorunu yönetim sisteminden kaynaklanmamaktaydı; en azından çoktandır esamisi okunmayan parlamenter rejim ile ilgili bir dert değildi. Sorun, en temelde haklar ve özgürlüklerin çerçevesi bunlara konulan sınırlardı. Sınır ihlallerinin cezalandırılmaması, bilakis bu ihlallerin hükümetler ve devlet eliyle sistematikleşmesiydi. OHAL ilanı ile beraber katmerlenen bu durum tarihsel bir arka plana dayanıyor: AKP’nin “Güçlü Devlet Cesur Millet” diye formüle ettiği, devlet için millet geleneği. Halbuki, devletin karşısında bireyin ve toplumun hak ve özgürlüklerinin korunması, ortalama bir demokrasinin esası olmalıdır.
Bir başka deyişle, anayasa, bireysel ve kolektif hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması ve bunlara yönelik tehditlerin önlemesi ve yöneticilerin bu kurallara bağlı olması gerektiği için varken, Türkiye’deki hukuk ve yönetim kültüründe devletin bekası üstüne kurulu bir anlayışın ürünü olageldi, çok övülen 61 Anayasası dahil. AKP de bu geleneği bozmayarak, biraz deformasyonla, yani devlet bekasından ziyade kendi bekasını sağlama almak, iktidarını süreklileştirmek ve sınırsızlaştırmak üzere mevcut değişikliği önümüze getirdi.
2011’de Anayasa Uzlaşma Komisyonu adı altında başlayan ve uzlaşmamak için her yol denenen ve nihayetinde tarafların masadan kalkmasıyla sona eren yeni anayasa çalışmasından demokrasinin çıkmayacağı izlenen yoldan belliydi. İzlenen yol, anayasa değişikliklerinde sürecin nasıl olmaması gerektiğine dair önemli bir deneyim sunup fikir veriyordu. Ancak tabii anlayış farkı, AKP’yi yol tutmuş olacak ki bu sefer en kestirmeden gitmeye, yol yorgunluğunu denklemden çıkarmaya karar vererek yanına en benzerini, MHP’yi alarak iki haftada hedeflediği paketi meclisten geçirmeyi başardı.
Neden ‘Türk Tipi Başkanlık Sistemi’ne itiraz ediyoruz?
Başkanlık sistemi tartışmalarında, bu sistemin savunucuları tarafından en çok vurgulanan husus, yukarıda da kısaca değindiğimiz ve hepimizin çokça maruz kaldığı üzere zayıf icranın güçlendirilmesi ve siyasi istikrar isteği. Mevcut sorunların çözülememesinin sebebinin zayıf yetkileri olan bir icra kurulu olmasından ve bürokrasiden kaynaklı olduğunu savunuyorlar. Yineleyerek, 15 yıldır tek başına iktidarda olan bir partinin bütün bunları ileri sürmesinin siyasetsizliği ve ikrar niteliği bir yana dursun biz meseleyi LGBTİ hareketi ve hakları açısından ele alalım:
- Başkanlık sistemi LGBTİ’lere yönelik nefret cinayetlerine engel olabilecek mi?
- Başkanlık sistemi LGBTİ’lere yönelik sağlık, eğitim ve çalışma hayatındaki ayrımcılığı ortadan kaldıracak mı?
- Başkanlık sistemi yasalarda LGBTİ’ler aleyhine kullanılan ‘genel ahlak, haysiyet, namus vb.’ kavramları ilga edecek mi?
- Başkanlık sistemi yargının ve kolluk kuvvetlerinin LGBTİ’lere karşı olan tutumunda bir değişikliğe yol açacak mı?
Bu sorular kuşkusuz çoğaltılabilir. Ancak ne kadar çok olursa olsun tüm bu sorulara LGBTİ hareketinin vereceği cevap tek: HAYIR. Zira:
- Sebahat Tuncel’in verdiği soru önergesine gelen cevaba göre 2002-2009 yılları arasında 69 trans nefret cinayetine kurban gitti.
- Melda Onur’un daha sonradan verdiği soru önergesine gelen cevapta ise 2009-2014 yılları arasında 34 trans nefret cinayeti mağduru oldu.
- Transgender Europe’un çalışmasına göre 2008-2014 yılları arasında öldürülen trans rakamıyla Türkiye 49 ülke arasında dünya dokuzuncusu oldu.
- Eldeki kayıtlı verilere göre ise nefret cinayetlerinde Türkiye Avrupa’da birinci sırada.
AKP’nin 15 yıllık iktidarları boyunca, resmi verilere göre yüzden fazla trans nefret cinayetine kurban gitmişken, LGBTİ’ler yaşamın her alanında ayrımcılığa maruz kalırken, yargı tarafından varoluşları indirim sebebi, kolluk tarafından cezalandırılma sebebi sayılırken başkanlık demek hangi sorunu örtecek? Tıpkı toplumun geri kalanının sorunlarına cevap olamayacağı gibi LGBTİ toplumun sorunlarına da başkanlık sistemi çözüm değil. Sorunların çözümü ve demokratikleşme için daha çok hak ve daha çok özgürlük gerekli.
Bütün bunların yanında LGBTİ hareketi asla tek başına kendi özgürleşmesini değil, toplumsal bir özgürleşmenin imkânlarını aramış ve bu yönde hareket etmiştir. Dolayısıyla kolektif haklar alanını genişletmek bir tarafa dursun demokratik gelişime engel olacak olan yönetim biçimlerine kuşkusuz karşı çıkacaktır.
Yönetimin gittikçe otoriter bir hal kazandığı, bunun muhafazakârlaşmayla paralel seyrettiği bu sebeplerin toplumsal tezahürleri -tarihten de bildiğimiz- üzere ilk olarak LGBTİ’leri etkiledi/etkileyecek. Bütün bunları bilerek otoriter bir yönetim değişikliği teklifine LGBTİ hareketinin mesafeli ve dahi direngen duracağı izahtan vareste.
Kaldı ki 2011’deki eşitlik maddesine cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin eklenmesi tartışmalarında AKP ve MHP’nin aldığı ortak tutum LGBTİ’lerin belleğinde tazeliğini koruyor.
Mevcut değişiklik ve diğer pek çok yasal düzenlemeye dair hedefler hususunda LGBTİ hareketinin 2002 yılında çıkardığı ‘Eşcinseller Ne İstiyor?’ başlıklı strateji metninden çok uzağa gidemedik. En azından yasal alanda deyim yerindeyse bir arpa boyu yol dahi alınamadı.
LGBTİ varoluşunun mücrimleştirilmesi bir devlet politikası olarak devam ediyor. 2015 ve 2016 yıllarında yapmaya çalıştığımız Onur Yürüyüşüne saldırılması bu politikanın ve artan muhafazakârlaşmanın bir sonucu ve parçası. Bu şartlarda LGBTİ hareketi açısından tartışılması gereken başkanlık sistemi değil özgürleşme imkânları ile yasal ve anayasal anlamdaki kazanımlardır.
İş cinayetlerinde dünya sıralamasında ikinci, cinsiyet eşitliğinde son yirmide, demokrasi, adalet ve özgürlük endeksinde ise son sıralara yerleşen bir ülkenin temel sorununun yönetim sistemi olmadığı açıktır. İfade özgürlüğü ve tutuklu gazeteci sayısından ve Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin, HDP’nin eşbaşkanları ve milletvekillerinin tutuklu olmasından söz etmiyorum bile…
Kürt sorununa, kadın, nefret ve iş cinayetlerine, inanç temelli sorunlara, yargıya ve daha sayabileceğimiz onlarca temel konuya çözüm ancak özgürlük ve hak alanının genişletilmesi, sosyal devletin güçlendirilmesi ve demokrasiye ivme kazandırılmasıyla mümkün olacaktır, daha fazla baskıyla değil yahut tek adam rejimiyle değil.
Son kertede belirtmek gerekir ki tekrar, bu seçimden evet de hayır da çıksa kazanan biz olacağız. Sayın Demirtaş’ın sözleriyle: Mutlaka Kazanacağız! (LP/ÇT)