ne yüz nakli operasyonunda ne de kol bacak operasyonlarında bir yaşamsal zorunluluk söz konusu değildir. yapılan tıbbi girişimlerin somut örnekte olduğu gibi "yaşamı ortadan kaldıracak sonuçlara ulaşabileceği olasılığı" o insanlara açık ve net olarak söylenmiş midir bunu bilmiyorum.
ama tıbbi girişimi hukuki ve yasal hale getiren aydınlatılmış onamın böylesi bir durumda her şeyi en küçük ayrıntısına kadar bilmeyi zorunlu kıldığını, böylesi bir süreçte kişinin hem psişik, hem sosyal, hem de fiziksel olarak hazırlanması için gereken işlemlerin eksiksiz yapılmış olup olmadığı da sorgulanmalıdır kuşkusuz.
kişiye "eğer işler yolunda gitmezde kaybın taktığımız kol/bacağı en kötü ihtimalle geri alırız, eskiden olduğun hale gelirsin" mi denilmiştir, yoksa "şunlar şunlar olursa mevcudu da hatta yaşamını yitirme olasılığın vardır" mı denilmiştir, bunu bilmiyoruz.
ikisinin arasındaki fark çok büyüktür ve kişiye ne yapacağına karar verme noktasında en azından daha az ya da daha çok düşünmesini sağlar.
kaldı ki müdahaleye maruz kalanlar açısından riskler yalnız operasyon sırası ve hemen sonrasıyla ilgili de değil.
yabancı bir dokunun vücut tarafından reddedilmesini önlemek için belki de yaşam boyu sürecek bir "immünite baskılaması"nın (vücudun doğal direncinin yok edilmesi) kendisine ne tür sorunlar doğuracağı acaba bu insanlara ve yakınlarına hangi boyutlarıyla ve ne oranda anlatılmıştır?
herhangi bir konuda olduğu gibi tıbbi işlemlerde de kararı işlemin yapılacağı kişi verir. bu kararın verilebilmesi için bilgilendirme en temel unsurdur ve kararın doğruluğunu sağlaması bir yana üstlenilecek sorumluluğun da geçerli olmasını sağlar.
yeterince bilgilenmeden verilen kararlarla gerçekleştirilen tıbbi işlemlerin sorumlusu işleme maruz kalan değil, onun yeterli bilgilenmesini sağlamayan girişimi yapandır. üstelik mevcut yasalara göre yeterli aydınlatma ve bilgilendirmeyi yaptığını kanıtlama görevi de aydınlatana verilmiş bir "ödev"dir.
"yarar sağlamak" ama kime?
söz konusu müdahalelerle ilgili bir başka konu yapılan girişimin yaşamsal olup olmadığı noktasında hareketle, yani öncelikle isteğe bağlı yapılmış olması bakımından uygulamayı yapan açısından getirdiği başka bir sorumluluk söz konusudur.
hekimlerin olağan tıbbi girişimleri "sonucu garanti etmeme" koşuluyla gerçekleştirilir. müdahaleden beklenen sonuç müdahalede bulunan kişinin yaşamsal riskten arınması ve girişimden öncekine göre "daha iyi ya da sağlıklı" olmasıdır, ama yine de girişimde bulunan hekim buna yönelik "kesin" bir taahhütte bulunamaz. bulunursa etik bir kusur işlemiş sayılır. işte bu nedenle tanı tedavi sürecinde hekimle hasta arasında hukuken bir "vekalet sözleşmesi"nin olduğu varsayılır.
oysa yaşamsal olmayan ve isteğe bağlı gerçekleştirilen tıbbi girişimlerde - estetik operasyonlar, protezler, vb.- (bu tür girişimlerin "tıbbi" olup olmadığı tıbbi etiğin tartışma konusudur) istenen ya da beklenen sonuç açıkça tanımlanır ve taahhüt edilir. işlemin yapılacağı kişi bu sonucun garanti edilmesi nedeniyle işleme razı olur ve onay verir. bu yüzdendir ki bu tür işlemler hukuk açısından "eser sözleşmesi" çerçevesinde değerlendirilir ve istenen sonucun ortaya çıkmaması "sözleşmeye aykırı davranma" olarak kabul edilir.
sonucu ölümle biten kol-bacak nakli olayında en başta böylesi bir taahhütte bulunulması gerektiği ve ortaya çıkan sonuçta da bu taahhüt yerine gelmediği için işlemi yapan hekimler sonuçtan doğrudan ve tam olarak sorumludurlar.
bu örnekte olduğu gibi sonucun doku reddi gibi fizyolojik bir sürece dayanması da bu noktadaki sorumluluğu ortadan kaldırmaz, çünkü verilen garantinin bunu da kapsadığı var sayılacaktır.
kurumsal sorumluluk ve devletin sorumluluğu
konuyla ilgili olarak ortada bir de sağlık bakanlığı yönergesi söz konusudur. yapılan tıbbi müdahalenin bu yönerge kapsamında olup olmayacağı ayrıca bir hukuki tartışma konusudur; ama yönergenin kapsamı içinde olduğunu kabul ederek şu soru da sorulmalıdır: "yapılan işlemlerin bu yönergede belirlenen kurallara ve yönergenin gereklerine harfi harfine uygun mudur?"
bu soruya verilen her yanıt ortaya çıkan sorumluluğu genişletir ve uygulamayı yapan hekimlerle birlikte gerek operasyonların yapıldığı kurumların yetkililerini, gerekse yönergenin uygulamasından sorumlu olan sağlık bakanlığı'nı, başka bir deyişle "devlet"i de hiyerarşik silsile içinde sorumlu kılar.
dolayısıyla ailenin bu konuda ortaya çıkan mağduriyetlerinin tazmini için yapacakları hukuki hak arama süreçlerinin muhatabı yalnızca hekimler değil, aynı zamanda söz konusu kurumlar ve devlettir! yapılan operasyonların birer 'deney/deneme' olduğu yolunda iddialar vardır. eğer böyleyse bu kez durum çok daha vahim bir nitelik alır. çünkü insan üzerinde yapılan deneylerle ilgili kurallar çok daha katıdır ve doğan sorumluluk da çok daha büyüktür.
söz konusu işlemin çıkış noktası tıbbi bir neden değil, doğal ya da sonradan ortaya çıkan bedensel bir farklılık olduğu için bunun bir çeşit "ayrımcılık yasağı ihlâli" olduğu bile ileri sürülebilir.
hukuki yeterlilik ve suç unsuru
tıbbi olarak herhangi bir girişimin yapılmasının koşullarından birisi de yalnız bilgi ve tıbbın geldiği aşama, sahip oluna teknolojik olanaklar değil, işlemi yapacak olanların deneyimleridir de.
bu noktada uygulamayı yapan hekimlerin deneyimlerinin çok sınırlı olduğu, hatta hiç olmadığı iddiası söz konusudur. bunun doğru olup olmadığı bile tartışılmamaktadır; çünkü uygulamayı yapanlar buna dair uygulamalarının sınırlılığını zaten baştan ifade etmektedirler. tüm örneklerde hekimler böylesi bir müdahaleyi "ilk kez" yaptıklarını açıklamışlardır. bu koşulda da yapılan işlemin hukukiliğini ve yasallığını sağlayan temel bir unsur eksik kalmaktadır.
çünkü bir hekimin müdahalesini türk ceza yasası'nda(ikinci kısım, 1., 2. bölüm) ifade edilen "bedene el atma" suçunun konusu olmaktan çıkaran koşullardan birisi kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. işlemi yapan hekimlerin durumları herhangi bir kişiden daha üstün değildir. çünkü ilk kez yapmaktadırlar. bu durumda yapılan eylemi yine aynı yasa çerçevesinde tanımlanan "olası kast" sonucu zarar verme fiili olarak değerlendirmek mümkün hale gelir ki, bu durumda da söz konusu eylemler bir ceza davasının konusudur.
bu noktada medya aracılığıyla kamuoyuna yansıyan bir başka tartışmanın da sorgulanması gerekmektedir. o da söz konusu işlemleri farklı illerde ve farklı kurumlarda yapan kişilerin aralarında olduğu ifade edilen ve özü tıbbi olmayan bir "yarışma ya da rekâbet"in var olup olmadığı konusudur.
dikkâtle irdelenmesi gereken önemdeki bu iddia gerçek ise o zaman yapılan yukarıda tanımladığımız hukuki çerçevenin de dışına çıkar, görev ve mesleğin kişisel çıkar için uygulanması noktasına gelinmiş olur ki bu daha ağır bir kusurlu davranışın varlığını ortaya çıkaracaktır.
diğer yandan antalya'da yapılan uygulamayla ilgili olarak medyada yer alan haberlerde uygulamayı yapan ekibin sorumlusu olarak, şu anda adından söz edilen hekimin değil, ondan daha genç ve yeni bir uzman olan eşi gösterilmişti. bunun sonradan yinelenmediği gözlendi, ama yine de uygulamayı yapan ve birinci derece sorumlu olanın kim olduğu tüm örneklerde açıklığa kavuşturulmalıdır.
eğer bu iddia gerçek değilse, o zaman da bunun nedeni araştırılarak ortaya konulmalı, eğer bu noktada da bir mesleki etik kusur söz konusu ise bunun da üzerinde durulmalıdır.
mahremiyet hakkı ve medya
konunun bir başka boyutu da, tüm sürecin ve olan bitenin medya üzerinden tartışılmasıdır. medyanın bu konudaki yaptıkları hem hasta haklarının hem de tıbbi etik kuralların en önemlilerinden birisi olan "mahremiyet hakkı"nın ihlâl edilmesi olduğunda ayrıca sorgulanmalıdır. çünkü mevcut örnekte, bundan sonra da yaşamlarını toplum içinde sürdürecek olan kişiler ve aileler, bu olaydaki rolleri ve konumları itibariyle herkes tarafından tanınır ve bilinir hale gelmişlerdir. bu durumun çeşitli yansımalarıyla karşılaşmaları halinde ortaya çıkacak mağduriyetlerin sorumlusu bu hakkın gereğini yerine getirmeyenler ve medya olacaktır.
basit bir organ nakli olayında bile organı veren ve alanın birbirlerini bilmemeleri gibi çok temel bir "mahremiyet" alanı, dolayısıyla bir etik kural olduğu halde konunu bu yanı dahil tüm süreçlerin medya aracılığıyla kamuoyu üzerinden tartışılır hale gelmesi, en başta söz ettiğimiz "bu konunun kasıtlı olarak kullanılıp kullanılmadığı olasılığının" varlığını sorgulamayı gerektirmektedir.
üstelik bunu yalnız medya denetimi ile ilgili "üst" kurumların yapması da yeterli değildir. bu haberin yazılması için muhabiri sağlık kurumlarına gönderenden ve muhabirden başlayarak medyanın her düzeyindeki kişilerin kendilerinin de bu durumu irdelemesi, bazı sonuçlar ve dersler çıkarması, saptanan yanlışların ortaya konulması, bu konularda ilkelerin belirlenmesi, eğitim yapılarak ve sonrasında denetlenerek, bu ilkelere uygun davranılması bir zorunluluktur.
adalet ve hakkaniyet ilkesi
tıbbı etiğin olmazsa olmaz ve vaz geçilmez bir başka temel ilkesi de "adalet ve hakkaniyet" içinde ve herkese bu bağlamda eşit olarak davranmaktır. dolayısıyla tüm yapılanlar ve sonuçları bu ilke açısından da irdelenmelidir.
hastalıkları ve yaşamsal durumları birbirleriyle kıyaslamak söz konusu olamaz; ama sağlık hizmeti sunumu konusunda bir düzen kurup, bir hizmet organizasyonu gerçekleştirenler bu ilkeye olabilecek azami özeni göstermek zorundadırlar.
söz konusu operasyonların tükettiği kaynağı toplumun ortak kaynaklarından karşılamaya karar verenler bu kararlarıyla "talepleri karşılama" noktasında yeni bir düzey tanımlamış olmaktadırlar.
bu düzey, böylesi uç, sofistike ve nadir bir uygulamaya varana kadar yapılan tüm tıbbi işlemler ve buna benzer başka durumlar açısından, bunların bedellerini maddi olarak karşılama noktasında bir ölçüt koymak anlamına gelmektedir. bundan sonra artık herhangi bir "maddi nedenle" herhangi tıbbi işlemin yapılmasına izin verilmemesi, herhangi bir şekilde engellenmesi, ya da bu tür işlemlere ve hizmetlere gereken kaynakların ayrılmaması somut bir "ayrımcılık" anlamına gelecektir.
sosyal güvenlik kurumu'nun herhangi bir yurttaşın gereksindiği sağlık hizmetinin finansmanını karşılama konusunda, bu örnekten farklı her türlü "tasarruf"u bu olaydaki tutumuyla kıyaslanacak ve değerlendirilecektir. böylelikle bu girişimin karşılığının ödenmesi, sağlıkla ilgili her türlü talebin karşılığının sgk tarafından ödenmesi açısından büyük bir "hak doğurmuş" olacaktır.
mesleki soruşturma zorunluluğu
tüm bu nedenlerle artık söz konusu olayın yalnızca hukuki ve idari olarak irdelenmesi yeterli olmayacaktır. bu işlemler ve hekimler gelinen bu noktadan sonra aynı zamanda "mesleki olarak" irdelenmeli ve soruşturulmalıdır. çünkü ortaya çıkan somut durum, medyanın tutumu ile bir "yargı"ya dönüşmüştür. oysa her türlü soruşturma ve yargılama bunu yapmaya yetkili kurumlar eli ve aracılığıyla adil ve kurallara uygun olarak yapılmalıdır.
bu yapılmadığı koşulda, isnat edilen iddialar bir soruşturma ve yargılama sonucunda kesinleşmediği sürece eylemi yapanlar "aklanmamış" olacaklar ve "sorumlu olup olmadıkları belirlenmediği" halde yaşamlarının sonuna kadar "sorumlu" nitelemesine maruz kalacaklardır.
ekim ayında yayınlanan 663 sayılı kanun hükmünde kararname bu konudaki yetkinin kimde olduğunu tartışmalı hale getirse, bir anlamda hekimler açısında bir çeşit güvence oluştursa bile, yine de türk tabipleri birliği'nin söz konusu iddialar çerçevesinde hemen mesleki soruşturma açmalarını gerektirir.
son söz
hekimlerin işlerini kötü / yanlış / eksik yapmaları kabaca "malpraktis - ıbbi/tıbbı kötü uygulama" olarak adlandırılır. bu nitelemeyi, her alanda geçerli olacak şekilde "başka türlü yapmanın koşul ve olanağı varken, böyle davranmamak ve sonuçta bir olumsuzluğun / kötülüğün / yanlışın ortaya çıkması sonucu bir 'zarar'ın ortaya çıkması ve bu zarardan dolayı birilerinin 'mağdur' olması" şeklinde tanımlayabiliriz.
söz konusu operasyonlarda bir yaşam yitirilmiş, bir çok varlık, kaynak ve olanak "heba edilmiş", dolayıyla ortaya "bir zarar ve mağduriyet" ortaya çıkmıştır. tüm bunlar "başka türlü davranma koşul ve olanağı varken" gerçekleşmiştir. kimse böyle olacağına ihtimal vermemiştik diyemez, çünkü o zaman yapılan işlemin bilimselliği reddedilmiş olur.
sonuç olarak yapılan girişimlere ve sonuçlarına temel insan hakları bağlamında yani "hak temelli" olarak bakılmalı ve yaklaşılmalıdır. demokratik toplumlarda insanın üzerinde hiçbir güç değer söz konusu değildir. insan ise yalnız ve yalnız haklarının gereği yerine geldikçe vardır. her hangi bir işlem, çıkar ya da değer bunun üstünde ya da öncesine alındığında o zaman ortaya çıkan bir "kötü uygulama"dır. buna neden olanlar ve yapanlar bir yaptırıma uğrayıp uğramadıklarına bakmaksızın, eğer hekimliklerini sürdüreceklerse öncelikle bunun farkına varmalıdırlar. insan olmanın da hekim olmanın da temel gereği budur. (ms/hk)
* yazının tamamını okumak için tıklayın.