Dayanışarak 450 günden uzun bir süredir ayakta kalmaya gayret ediyoruz. Olacak; biliyorum, inanıyorum. Müziğin ve müzisyenlerin direnişini içinde yaşadığımız bir filmden aktarıyoruz...
*Görseller: Sosyal medyadaki #sahnenesahippçık kampanyasından.
Pazar gecesi pek çok müzik insanı gibi ben de görece sağlıksız bir gecenin koynundaydım ama yapayalnız olmadığımı bilerek. Pazartesi günü gelen açıklama ise başımdan aşağı kaynar sular döktü ve kendime gelmem için 48 saate ihtiyacım oldu.
Tam da bu sırada sektör çalışanlarının oluşturduğu ve benim de içinde bulunduğum gruptan "Hadi başlıyoruz." mesajları yağmaya başladı. Aslında aylar önce planlanan sosyal medya eylemi #gözünüyumma #sahnenesahippçık için aksiyona geçilmişti.
Eylemin umut verici olmasının en büyük sebeplerinden biri daha önce yapılan eylemlerin böylesine geniş br platforma yayılmamış olmasıydı.
İkinci sevindirici haber ise sesimizi duyurmak için sevgili Burhan Şeşen'in meclis grup toplantısına çıkacağı ve adımıza konuşma yapacağı haberi oldu.
Çarşamba günü de elimizdeki bütün işleri bırakıp gözümüzü kulağımızı konuşmaya verdik. Burhan Abi hepimizin adına tam da ihtiyacımız olduğu biçimde sesimizi duyurdu.
Müziğin içinde olan herkes gibi benim de yapmayı daha iyi bildiğim başka bir meslek yok.
Bizler gibi Burhan ağabeyin de sesini kürsüden en gür tonda duyurması sayesinde bu haksızlıklar kervanına hep bir ağızdan sahip çıkıyor oluşumuza tanıklık etmek muazzamdı.
Siz bu satırları okurken...
Umutların tükenmeye yüz tuttuğu bir noktada gelen bir diğer haber ise bakanlıkla görüşmelerin yapılacağı ve bu defa içeriğin farklı olacağı yönündeydi.
Siz bu satırları okurken orada da bir takım gelişmeler gerçekleşecek ve yazdıklarım her zamanki gibi eski kalacak. Hep dediğim gibi değişmez olan tek şey değişimin kendisi ve de ne mutlu ki...
Kimilerine göre muktedirin müziğe alerjisi var. Bence ne muktedir ne de genel dinleyici kitlesi, müzisyenin ve müzik emekçisinin tanımını ve hatta müziğin, bu insanların hayatı için anlamını bilmiyor.
Burada iş, sektörün içinde yer alan ve aynen biraz evvel de yazdığım şekilde hayatında başka hiçbir şey yapmamış ve yapmayı da bilmeyen, bu kitleye kendimi de gururla dahil ediyorum, herkesin mesleğine sahip çıkmasına düşüyor.
Hepimiz müzisyenliğin, müziğe emek vermenin ve müzik emekçisi olmanın ne demek olduğunu yılmadan anlatmalıyız.
Elbette sesimizi ulaştırmayı hedeflediğimiz kişilerin de bu "farkına varma ve eyleme geçme" sürecine dahil olması ve dahi katkı sunması gerekiyor.
İŞKUR'da müzisyenlik tanımı yok
İŞKUR tarafından müzisyenlik bir meslek olarak tanınıyor ancak açıklama kısmında herhangi bir tanımı yapılmış değil. Ama bir kodu ve o da: 2652.10. "Diğer Müzisyenler ve Ses Sanatkarları" başlığında ise şöyle bir tanımla karşılaşıyoruz:
Diğer Müzisyenler ve Ses Sanatkarları işletmenin genel çalışma prensipleri doğrultusunda, araç, gereç ve ekipmanları etkin bir şekilde kullanarak, işçi sağlığı, iş güvenliği ve çevre koruma düzenlemelerine ve mesleğin verimlilik ve kalite gereklerine uygun olarak: a) Sahne, film ve yayınlar için müzik programları seçmek, b) Şahıs, hayvan ve cansız objelerle ilgili taklitleri yapmak, c) Sahne, müzikhol, konser salonu, sirk gibi yerlerde çeşitli beden hareketleri, akrobatik hareketleri yapmak, vb. görev ve işlemleri yerine getirir.
Her ne kadar bu tanımda ciddi anlamda sıkıntılar olsa da devletin bir kurumu olan İŞKUR tarafından tanımlanışının bir anlam ifade ediyor olduğunu düşünüyorum. Peki müzik sektöründe bu tanımı bilen kaç kişiyiz?
Bunu okuyanları da katarsak artık çok daha kalabalığız. Daha da çoğalmalıyız ve gereken yerlere itirazlarımızı sunmalıyız. Özellikle de "müzisyen" hatta "müzik emekçisi" tanımının doğru bir şekilde yapılması için kolları sıvamalıyız.
Umut veren bir sivil girişim
İşte tam da bu noktada Demokrasi Konferansı oluşumunu önemsediğimi söylemem gerekiyor. Demokrasi Konferansı, hayatın her alanından tam anlamıyla halkın sesini duyurma ihtiyacıyla ortaya çıkmış bir sivil girişim.
Bu sivil girişimde engellilerden çocuklara, LGBTİ+'dan öğrencilere, basın çalışanlarından hukukçulara her alandan birileri mevcut.
"Birileri" sözcüğünün altını çizmek istiyorum çünkü bu kolektifin içinde farklı kolektiflerden sesini duyurmak isteyen herkes var ve mecra herkese açık. "Demokrasi Konferansı"nın bir de "Sanat" bölümü var...
"Gizli Özge" olarak ben de işin o kısmından tutmaya çalışıyor özellikle de her alanda ifade etmeye çalıştığım müzisyen- müzik emekçisi kanadıyla ilgili olarak elimden geleni yapmaya gayret ediyorum.
Hatta son dönemde istisnasız her gün haberleştiğim kişi ve tam da bu yüzden "en yakın arkadaşım" dediğim Ayşe Tütüncü'yle birlikte konuya epey emek verdiğimizi söylemeliyim. Peki bundan size mi ne?
Yapmaya çalıştığımız Ayşe'nin deyimiyle "En yakıcı sorunlarımızı ortaya döküp çözüm olarak atılabilecek ilk adımları saptayabilmek". Nihayi hedefimiz birlikte hareket edilmesini sağlamaya çalışmaktır.
25 Haziran'da gerçekleşecek "Demokrasi Konferansı Sanat" bileşkesi bir bildiri sunacak. Bu bildiri ise sadece bir adım atmak.
Kendisini ifade etmek isteyen, yakınmanın ötesinde çözüm önerisi sunmaya gönüllü tüm müzik emekçilerini orada görmeyi arzu ediyorum.
Bu arada sanat kanadında bulunan müzisyenler arasında Ayşe Tütüncü, Burhan Şeşen, Yasemin Göksu, Selen Gülün, Harun Tekin, İlkay Akkaya, Cenk Erdoğan, Erdal Erzincan, Metin Kahraman, Deniz Kahya, Aslı Kobaner, Feryal Öney, Ege Çubukçu, Güliz Ayla, Cenk Güray, Yaren Eren Budak, Ediz Hafızoğlu bulunuyor.
Ben de yine içinde olmaktan duyduğum onuru bir kez daha yinelemek ve bu ekiple ortak kararlara imza atmaktan mutluluk duyduğumu söylemek istiyorum.
İçinde olmaktan büyük mutluluk ve onur duyduğum bir diğer oluşum ise Anadolu Müzik Kültürleri Derneği ile adım attığım birbirinden değerli alanlar.
Çünkü dayanışma yaşatır!
Geçtiğimiz Ekim ya da Kasım ayında toplantılarına başlamış, yaptığımız çalışmalarla müzik sektörünün sorunlarına çözüm önerileri getirmiş, oradan çıkan kararla da bir dayanışma konseri inşa etmiştik.
4 buçuk saat kadar süren yayını 28 Aralık tarihinde gerçekleştirmiş, birçok müzisyene can suyu olmaya gayret etmiştik. Şimdi bu konserlerden ikincisi, 19 Haziran tarihinde gerçekleşiyor. Bu sefer başlığı "Dayanışma Yaşatır" çünkü dayanışma yaşatır!
Dayanışarak 450 günden uzun bir süredir ayakta kalmaya gayret ediyoruz. Olacak; biliyorum, inanıyorum.
Anadolu Müzik Kültürleri Derneği YouTube kanalından canlı olarak yayınlanacak konser için gönüllü bilet almak demek birçok müzik emekçisine destek olmak demektir.
Elbette geçen sefer olduğu gibi bu sefer de konseri izlemek isterseniz ekran herkese şifresiz şekilde açık olacak ama lütfen dayanışma için tıklayın ve istediğiniz kadar bilet alın.
19 Haziran 2021 Cumartesi 19:00'da Anadolu Müzik Kültürleri Derneği YouTube sayfasından canlı olarak yayınlanacak gecenin sanat yönetmenliğini Muammer Ketencoğlu, koordinasyonu Ercüment Gürçay ve moderasyonunu da Cenk Güray üstleniyor olacak.
Gecenin isimleri
Anadolu Müzik Kültürleri Derneği, Açık Radyo, İklimler ve Atölye Shiraz'ın katkılarıyla düzenlenecek gecenin biletleri ise biletix.com'dan edinilebilecek. Gecede sahneye çıkacak isimler ise şöyle:
Ali Kazım Akdağ, Efgan Rende & Ayşegül Aykaç, Ayfer Düzdaş, Ayfer Vardar, Ayşenur Kolivar & Kenan Yaşar, Ayşe Tütüncü, Banu Kanıbelli, BAU Medeniyetlerin Sesi Koro ve Orkestrası, Birol Topaloğlu & Yaşar Kurt, Brenna MacCrimmon & Ladom Ensemble, Cenk Erdoğan, Chromas Korosu, Emin İgüs, Emre Dayıoğlu & Teke Trio, Erkut Özkan, Evrim Ateşler, Grup Horizon, Gülcan Altan, Güler Gültekin, Haldun Karabudak, Havva Karakaş, İnce Saz, Janet & Jak Esim, Kamuran Terzioğlu, MAGMA & Boğaziçi Caz Korosu Ailesi & Masis Aram Gözbek, Marem Gökhan Şen, Melisa Tuğ & Kübra Ocak, Mehmet Erenler, Mehmet Atlı, Melike Demirağ & Ruhi Su Dostlar Korosu, Mihrap Eskiocak, Muammer Ketencoğlu & Balkan Yolculuğu, Murat Toktaş (Siya Siyabend), Münip Utandı, Sakoband, Salih Korkut Peker, Samida, Selen Gülün, Suren Asaduryan & Volkan İncüvez, So Duo, SUSİ Korosu (Almanya), Şuşan Kalataş, Tangesta- Tangueros De Estambul, Teneke Trampet , Ulaş Özdemir, Vokaliz, Yansımalar, Yasemin Yurduşen Çanakçı & Erkan Çanakçı, Yeşim Kantekin.
Belki müzik sektörü çalışanları olarak durumumuz pek iyi olmayabilir ama müzik tamamen sustuğunda dizilerden, maçlardan, reklamlardan, televizyon programlarından ve telefon ekranlarından çıktığında ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak zihninizden de çıktığında olabilecekleri düşünebiliyor musunuz?
Şimdi usulca uzanın ve her şeyin sesini bir süreliğine kısın. Olmuyor değil mi? Müzisyenler ve müzik emekçileri olarak kendimiz kendimize çalıp söylemeye devam ederiz çünkü müzik, su içmek gibi bir şey çoğumuz için.
Oysa dinleyici müzik olmazsa ne yapacak, biraz bunu düşünmenin zamanı sanki.
Ey dinleyici; ne dersin, müziksizlik normalleştirilsin mi?
Yazıyı herkesten önce okuyup naif dokunuşlarıyla düzenlememe yardımcı olan Ozan Arıkan'a teşekkürlerimle...
*Burhan Şeşen'in meclisteki konuşması. Gazete Müstehak aracılığıyla.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Etnomüzikoloji ve Folklor Anabilim Dalı Yüksek Lisans Programı’nı tamamladı. Chiviyazıları Yayınevi tarafından 2010 yılında Gürcistan müzik kültürünü konu aldığı “Gürcüler”,...
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Etnomüzikoloji ve Folklor Anabilim Dalı Yüksek Lisans Programı’nı tamamladı. Chiviyazıları Yayınevi tarafından 2010 yılında Gürcistan müzik kültürünü konu aldığı “Gürcüler”, 2015 yılında 27 yaşında yaşamını yitiren müzisyenlerin biyografilerinden oluşan “27” isimli kitapları yayınlandı. Nokta, Andante, Aktüel, Akşam Gazetesi, Birikim, Volume, Sound, Kadıköy Life, Cumhuriyet Gazetesi, Plak Mecmuası, Kalemkahveklavye, Çatlak Zemin gibi yayınlarda yazıları yayınlandı. Halen Karşı Radyo “Çıkrık” ve Standart Fm “Standart Dışı” programlarını hazırlayıp sunuyor, farklı platformlarda yazılar yazıyor ve üçüncü kitabını yayına hazırlıyor.
DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor. Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Bizim buralarda kırsal coğrafyanın kadim sloganıdır başlıkta merhaba diyen. Kışın ceberrut / kasvet kokan hâli bitmiş, bahar el etmiştir artık. Toprak altında uyanmayı bekleyen tohumun filizi uç vermiş ve ‘boy vermeye hazırım’ demiştir ya! İşte nisanda iki, gûlanda (mayıs) bir yağmur toprağın gebe halinin doğurmasına yetecektir.
Aynen bu minval üzre yüründü kültüre ve sanata dair. Kentin suriçinin kadim mekânı DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor.
Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Yazar Ebru Ojen DİTAV Kültür Sanat Evi'nin konuğu olarak Diyarbakır'a geliyor. Ojen’in 'Lojman', 'Aşı', 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' kitapları geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış ve edebiyat çevreleri ile okurlarının hayli ilgisini çekmişti.
Ebru Ojen bu kez 'Belgrad Kanon' romanıyla okuruyla buluşuyor. Yasadışı ya da yasal yollardan ülkesini terk etmek zorunda kalanların yerleştikleri bir Balkan ülkesindeki pozisyonları, konumlanışları, çaresizlikleri, iş-güç halleri, sorunların parçası haline dönüşmeleri, uyum ya da uyumsuzluklarını masaya yatırdığı yeni romanı 'Belgrad Kanon' İletişim yayınları arasında çıktı. Okudum ve beğenerek de okurlara önerdim.
Yazar Beyda Yıldız’ın moderatörlüğünü yapacağı “Ebru Ojen söyleşi ve imzası” 19 Nisan cumartesi günü saat: 14.00’te DİTAV’ın suriçi, Meryemana Süryani Kadim Kilisesi bitişiğindeki Kültür Sanat Evinde yapılacak.
Ebru Ojen söyleşi ve imzasından iki gün sonra 21 Nisan pazartesi saat 19.00’da da yine DİTAV Kültür Sanat Evi avlusunda Ahmed Arif üstadın yaşgününde “Ahmed Aarif’in Hasreti” belgeselinin gösterimi yapılacak. 85 dakika uzunluğundaki belgeselin yönetmeni Dilek Gül, yapımcısı Ecevit Kılıç.
Yaklaşık 15 aydır kentin kültürel sanatsal iklim dünyasına kazandırılan ve eski bir “Süryani Kızlar Mektebi” olan “DİTAV Kültür Sanat Evi”, etkinliklerini “Amida Akademi Buluşmaları / Söyleşileri” başlıkları altında yapıyor. Tüm etkinliklerini de herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştiriyor…
Hayatın tek başına ekonomi ve siyaset cephesinden değil, kültür sanatın ruhi şekillenme dünyası üzerinden de yürümesinin ihtiyaç hâlini bilerek elbette şehrin bu tür mekânlarının çoğalmasını diliyorum…
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Türkiye’de vuku bulanlar Şili veya Arjantin’deki vaziyete çok benzese de Avrupa hakikati görmemeyi tercih ediyordu. Türkiye’nin NATO ülkesi olması askerî iktidara sanki dokunulmazlık sağlıyor, 12 Eylül cuntasının dayattığı anayasa bir zafer olarak lanse ediliyordu. Popülerliğinin zirvesindeki liberal ekonomik sistemin tatbik edilmesine yönelik proje bu aradaTurgut Özal’ın önderliğinde yürürlüğe sokulmuştu. Türkiye’nin zaten aksak olan demokrasi süreci bir kez daha baltalanırken dinî motifler iktidar söylemlerinden okul müfredatına fazlasıyla geniş yer almaya başlamıştı.
Memlekette baskı atmosferi boğucu bir seviyeye ulaşmış, sansürlü haberler insanların bilgilenme hakkını elinden almıştı. Halk korkudan sinmiş, adeta donakalmıştı. Hürriyet için mücadele verenler ya faili meçhul cinayetlerle öldürülmüş, ya zindanlarda sürekli işkenceye tabi tutulmuş veyahut günümüzde bile bulunmamak üzere kaybettirilmişti.
Avrupa’ya kaçabilmiş bir avuç devrimci hadiseleri dışarıdan daha net şekilde takip ettiğinden emperyalist güçlerin Türkiye’deki rejimi destekliyor olmasına rağmen tekrar örgütleniyor, sessiz kalmaya devam eden Avrupa’nın dikkatini Türkiye’nin korkunç vaziyetine çekmeye çalışıyordu.
Batı medeniyetinin beşiği sayılan Avrupa, Türkiye’de olanları görmemeyi tercih ediyor, “Türkiye’de bir şey olmuyor”muş gibi davranıyordu.
Bir darbenin yara izleri (Les cicatrices d’un putsch/Scars of a putsch) adlı belgesel seyirciyi ibretlik arşiv görüntüleriyle o döneme sürüklüyor. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Nathalie Borgers bir devrimcinin eşi olduğundan mevzuya derinlemesine nüfuz ediyor, ortaya çıkan sonucun samimiyetine inanmakta hiç güçlük çekmiyoruz.
2025 Avusturya, Belçika ortak yapımı 102 dakikalık belgesel dünya prömiyerini Berlinale’de gerçekleştirdikten sonra CPH:DOX ve Diagonale’de seyirciyle buluştu, Türkiye ile alakalı sık sık görmezden gelinen acı gerçeklere bir kez daha layıkıyla parmak basmış oldu.
Katiller kollanıyor
Filmin başından itibaren cesur bir üslupla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kamera bir erkeğin çıplak bedeninde uzun uzun yakın plan dolaşırken, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen kaybolmamış muhtelif kurşun izlerini keşfediyoruz. Üniversite öğrencisiyken devrimci harekete katılmış esas kahramanımız Abidin sağcı çetelerin onu ve arkadaşlarını öldürmek üzere giriştikleri saldırıyı teferruatıyla aktarıyor.
O dönem, ODTÜ’deki en başta olmak üzere memleketteki öğrenci hareketi dalga dalga yayılmıştı; devrim kıvılcımları fabrikalara sirayet edip yurt sathına yayılmış olduğundan devlet kaçak güreşerek isyanı söndürmeye girişmişti. İktidar terör estirirken insanlar dövülüyor, gözaltına alınıyor, sistematik olarak işkenceye tabi tutuluyor, ya şüpheli şekilde öldürülüyor, veyahut izi bulunmayacak şekilde kaybettiriliyordu. Karakola ve hapse düşenlerin insanlıktan çıkması için tatbik edilenler ne kadar gaddarsa her türlü baskıya ve şiddete kafa tutabilenlerin direnci de o ölçüde bileniyordu. Devletin propagandasında devrimciler şeytanlaştırılıyor, çakma hukuk davaları ve ipe sapa gelmez ithamlarla mücadeleleri apolitik güruhlara “anarşi” olarak pazarlanıyordu.
Yalnız o dönemde değil, günümüze kadar varan siyasi rejimlerde de hakikatleri çarpıtma ve hafızayı silme faaliyetleri gayet sıradan bir pratiğe dönüştü.
Lakin Avrupa’ya sığınmış devrimcilerin “aydın” Batı’dan beklentileri hayal kırıklığına dönüşmüştü.
İnsan haklarının bayraktarlığını yapmış ülkelerin Türkiye’deki vaziyete sessiz kalmaları inanılır gibi değildi. Üstelik bunu yapanların arasında amacı tüm gezegendeki haksızlıklara dikkat çekmek olan bazı malum kurumlar da dahildi. Riyakâr siyasi arenanın baskın gücüne rağmen gurbette de durmayan devrimciler, asla unutmadıkları Türkiye’deki yoldaşları ve genel manada memleketleri için mücadelelerini sürdürdüler.
Dinî motifler özenle yerleştirilir…
Emperyalizmle mücadelesi bir türlü bitmeyen memleketin yakın tarihini berrak bir bakış açısıyla işleyen belgesel, günümüze göndermeleriyle daha da manidar hale dönüşüyor.
Kenan Evren ve cuntasının attığı temellerin şu andaki rejimin altyapısını oluşturduğunu ve din üzerinden halkı yönetme projesinin tatbik edilmeye çalışıldığını bir kez daha idrak edeceksiniz.
Muhafazakâr damar beslenmek suretiyle ithal “ılımlı İslam” projesinin o zamandan itibaren yavaş yavaş empoze edildiği muhakkaktı (Üstelik o döneme göre günümüzdeki ilerlemiş teknoloji sayesinde insanların sistem tarafından mütemadiyen takip edilme ihtimali epeyce yüksek olduğundan artık özel hayatlara rahatlıkla sızılabiliyor).
Oysa gurbetteki devrimci kahramanlarımızın o zamanlar ellerindeki imkânlar kısıtlı olduğundan akıllarına gelen dâhiyane fikir Viyana’da bir Galatasaray maçını basmak olmuştu. Bezden “Faşist cunta ve anayasasına hayır” pankartlarıyla yeşil sahaya inen yoldaşlar kısa zamanda güvenlik kuvvetleri tarafından uzaklaştırılsalar bile maçın naklen yayınlanması sayesinde mesajlarını dünyaya duyuruyorlardı. Avusturyalı sunucunun, mevzuya hâkimmiş gibi “Türk fanatikler…” yaftasını devrimcilere yapıştırması tabii ki kahramanlarımızın hoşuna gitmemişti. Yıllar sonra aynı stadyuma gidip o anı bize tekrar yaşatma çabaları benim için belgeselin en yoğun anlarından birini oluşturdu.
Bir de Yeter’in bize aktardıkları var. 16 yaşındayken tutuklanmış, işkencelere maruz kalmış, inanılması imkânsız ithamlar çerçevesinde idam talebiyle yargılanmış kahramanımız, aslında suçlunun kim olduğunun devlet tarafından gayet iyi bilindiğini söylüyor: “12 Eylül”.
Cezaevine girerken kendisine gardiyanlar tarafından gösterilen duvardaki “Allah yok, peygamber izne gitti” yazısının “Burada başına her şey gelebilir” manasını taşıdığını da bize aktarıyor. Bekâret testine maruz bırakıldığında yaşadığı utanç bir yana, olumsuz çıktığı takdirde test sonucunun hakkındaki iddianamede muhtemel suç unsuru olabilirmiş gibi sunulduğunu da sözlerine ekliyor. Mantalitenin bugün de değişmediğine, sadece sistemin el değiştirdiğine dair ifadesiyle hemfikir olmayacak kimse yoktur sanırım.
Direniş sürüyor mu?
Uzun zamandır bu kadar temiz arşiv görüntülerinin peş peşe sıralandığı, o dönemle alakalı böylesine aydınlatıcı bir belgesel seyretmemiştim. Filmin neredeyse ilk yarısı boyunca yalnız siyah beyaz değil, renkli fotoğraflar ve tertemiz görüntüler bize bilhassa polis adaletsizliğini, şiddetini ve acımasızlığını teferruatıyla yansıtıyor.
Filmde konuşan kafalar da var tabii ki; fakat ekrandan (veya perdeden) taşan enerjiler o kadar yoğun ki kameranın odaklandığı kişilerle empati kurmak kesinlikle mümkün.
78’liler derneğinin arşivindeki birbirinden değerli dokümanlar, yoldaşların kan lekeleri hâlâ üzerlerindeki kıyafetleri, mapushanenin sansürüne takılmış ve asla yazıldığı kişilere ulaşmamış mektuplar…
Seneler boyunca ziyaret edilen cezaevlerinin kapılarında oluşmuş “anne” dostlukları ve dayanışması da kayda değer.
Filmde magazin olarak değerlendirebileceğimiz ve o dönemin vintıçlığını bize birebir yaşatabilecek görüntüler de yok değil. Özal’ın Thatcher veya Reagan’la sıcak görüşmeleri, Kenan Evren ve ailesinin Büyük Britanya Kraliçesi tarafından nazik kabulü, “Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet…” diyen MüşerrefAkay’a ait “Türkiyem” şarkısının “coşku” dolu görüntüleri…
Neyse ki filmde merhum SarperÖzsan’ın 1 Mayıs marşını da duyuyoruz, jenerikte de Mehmet Soyarslan imzalı, Cem Karaca’nın sesinden ilk “Resimdeki gözyaşları” versiyonu kulaklarımızın pasını siliyor!
Soğuk Savaş sona erer mi?
Dönemin magazini deyince, bu işi layıkıyla kotaran bir belgesel arıyorsanız, dünya çapındaki bir konferans hakkında çekilmiş Helsinki efekti (The Helsinki effect) adlı filmin peşine düşün derim.
Soğuk Savaştan bıkmış gibi görünen yerkürede Sovyetler Birliğinin lideri LeonidBrejnev’in zoruyla Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de toplanmış liderler arasında SüleymanDemirel’e, hatta gazeteci ordusunun içinde gencecik Mehmet AliBirand’a bile rastlayabilirsiniz.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 1 Ağustos 1975’te Helsinki Nihai Senedi’nin 33 Avrupa ülkesi ile ABD ve Kanada tarafından Devlet ve Hukûmet Başkanları düzeyinde imzalanmasıyla sonuçlanmıştı.
Fakat bitmez tükenmez arşiv görüntülerinin ne kadar sıkıcı olduğunu bize defalarca söyleyen, adını hem yönetmen, hem senaryo yazarı, hem de montaj hanesinde gördüğümüz muzip yönetmen Arthur Franck, seyirciyi eğlendirmek için muhtelif şaklabanlıklara başvurmaktan geri durmuyor.
2025 Finlandiya, Almanya, Norveç ortak yapımı 90 dakikalık filmin prömiyeri CPH:DOX’ta gerçekleşti, pek yakında Finlandiya’da genel gösterime girecek.
Filmin yaratıcısı Franck, Brejnev’in İngilizce bilmeme ihtimali yüksek olmasına rağmen yapay zekâ aracılığıyla onu İngilizce konuşturuyor; üstelik hipotetik olarak Rus şivesini gözetmeyi ihmal etmeden!
Nixon skandalı yüzünden ABD başkanlığını devralmış Ford fazlasıyla silik kalsa da dümeni elinde tutanın “şahin” Kissinger olduğu muhakkak.
Aldo Moro onu bekleyen sonun farkındaymışçasına gayet mütevazı bir Katolik; benzer konumda olmasına rağmen Nikolay Çavuşesku konuşma süresini dakikalarca aşan arsız lider; faili meçhul bir cinayete kurban gidecek olan Olof Palme ise hem duruşu hem de konuşmasıyla herkesi kendine hayran bırakan adeta bir ilah!
Bir zamanlar gizli tutulmuş konferans dahili ve harici, muhtelif kayıtlar filmde neredeyse siyasi dedikodulara evriliyor, çılgınca bir montajla diplomatik bir “bombardımana” dönüşüyor.
Tabii konferansın inandırıcılığına ve güvenilirliğine halel getirecek hadiselerin mütemadiyen patlak verdiği bir gezegende olduğumuz unutulmamalı. Lakin konferansa damga vuran esas kriz, daha yeni patlamış Kıbrıs vakası oluyor. Simsiyah kepi ve cübbesinin önündeki kocaman haçıyla yüzlerce delegenin karşısına çıkan Makarios Türkiye’yi işgalcilikle, çakallıkla, cinayetlerle ve daha birçok şeyle itham ediyor. Makul İngilizce’siyle nispeten genç Demirel ise büyük bir pişkinlikle iddiaları yalanlıyor.
Geçenlerde KKTC’de çok geniş katılımlı protestolara yol açan, ortaöğretim düzeyinde başörtüsünün serbest bırakılmasına karşı protestolar, tetikte bekleyen kriz müptezellerini 1974 benzeri bir çıkarmaya sürükleyebilir mi?
NATO batağı
Türkiye’nin alenen şer odağı sınıfına sokulduğu bir film izlemek isterseniz şayet Savaşla karşı karşıya (Facing war) adlı belgesel sizin için biçilmiş kaftan. Malum NATO’nun genel sekreterlik görevini uzun süre üstlenmiş olan JensStoltenberg’i mümkün olabildiğince yakından tanırken mazisi ve özel hayatı hakkında da malumatlandırılıyoruz. Putin’in Ukrayna’ya saldırmasıyla diplomatik kazan fazlasıyla kaynamaya başlıyor ve kahramanımız kendini bilfiil savaş arenasının içinde buluyor.
Yönetmen, senaryo ve sinematografi hanelerinde adını gördüğümüz TommyGulliksen’in 2025 Norveç, Belçika ortak yapımı 105 dakikalık belgeseli adeta bir gerilim filmi. Dünya prömiyerini CPH:DOX’ta gerçekleştirdikten sonra gezegenin muhtelif festivallerinde ve genel gösterimlerde seyirciyle buluşmakta olan belgesele kahramanımızın sakin tabiatı damgasını vursa da küresel gerginlik arttığında diplomatik zarafetini korumakta zorlandığını da hissediyoruz.
Rusya’nın yayılmacı dürtüleri depreşince, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dahil olma telaşı sırasında değere binen Türkiye adeta NATO’nun çıbanı haline dönüşüyor. O ana kadar tarz olarak sadece gazetecilik kokan belgesel, aniden bizi hissi olarak tesiri altına alan hipnotik bir büyüye evriliyor. Uzun süren çetrefilli görüşmeler sonucunda Türkiye tam ikna olmuş ve mesele selametle halledilmiş sanılırken Türkiye’den Avrupa Birliği’ne dahil olma hususunda yepyeni bir talep de gelebiliyor…
Kahramanımız örgütte uzatmaları oynarken zorlanmıyor değil, fakat bedensel teması sevdiğinden sanki stresini sık sık karşılaştığı dünya liderleriyle fiziksel temasta bulunarak atıyor. Zelenski en başta olmak üzere aynı tarza sahip Macron ve Trudeau bu şefkat göstergelerinden nemalanırken örgütün diğer çıkıntısı, sağlığına halel getirebilecekmiş gibi görünen devasa göbeğiyle arsız Orban ister istemez belirli bir mesafede tutuluyor…
Artık memleketine dönmüş olan Stoltenberg’in halefi Rutte döneminde, acaba NATO’nun içinde çırpındığı bataklardan Ukrayna’da selamete erişilebilecek mi?