Nedense benim aklıma müzikal film deyince Hindistan sinemasının başyapıtı olan Raj Kapoor'un 1951 yapımı Avare/Awaara adlı o unutulmaz filmi gelir. O tek kanallı TRT'li yıllarda izlemiştim çocukken. Hep de aklımdadır. Diyarbakır'ın kûçelerinde oynayan biz çocukların dilinde yarı Kürtçe yarı Hintçe bir şarkı olurdu "Avare û...Avare û..." diye.
Filmi izleyen biz çocuklar için sinemada müzikalin ne olduğuna dair bir bilgi olmadan öylesine gelip giden bir duygu olarak izliyorduk çocukluğumuzun Avare'sini.
Sonra büyüyünce, biraz daha büyüyünce, biraz daha daha büyüyüp sinema okumaya gidince ve okuyunca öylesine gelip giden bir duygunun ne olduğunu az çok öğrenmeye başladı(k)m.
Peki, neydi bu müzikal filmler?
Müzikal kendine özgü, yalın bir olay örgüsüne sahip olup müzik dans ve diyalogların olaylarla bütünleştiği duygusal ve eğlendirici sahne gösterisi, oyun ya da film türüdür. Müzikal film sahne müziklerinden esinlenerek doğmuştur.
Sesli filmin ortaya çıkışı ile birlikte sinemaya giren müzikli danslı film türü olmuştur. Müzikal film, karakterlerin çeşitli şarkılar söylediği bir film türüdür.
Her filmde kullanılan müzik de müzikal film değildir. Müzikli film kurgusuna şarkı yerleştirirken müzikalde ise anlatımın kendisinde ve bütününde müziksellik hakimdir.
Müzikal filmler sinema ve müzik sanatının harmanlanıp bir araya getirilmesiyle oluşur. Bazen öykünün şarkılarla bütünleşmesiyle bazen de sanatçının biyografik yaşamını konu almasıyla karşımıza çıkar.
Sinema endüstrisinin ortaya çıkışıyla birlikte birçok yenilik kendini göstermeye başlar. Müzik sinemanın ortaya çıkmasıyla paralellik gösterir adeta. Fransa'nın Paris şehrindeki Boulevard Des Capucines'deki Gand Cafe'de 28 Aralık 1895 günü Auguste ve Louis Lumiere Kardeşler'e ait ilk filmi izleyenler sadece filmi izlemediler. Yapılan film gösterimi sırasında sahnenin hemen yanında bulunan ve taburesine oturup piyanoyu çalan adamı da dinlediler. Oysa perdedeki görüntüler sessizdi.
Neydi bu sessiz ilk görüntüler; hayvanların hareketi, sirk oyunları, fabrikadan çıkan işçiler, gara giren tren, mamasını yiyen bebek, bahçesini sulayan adam, Ay'a yolculuk eden bilim insanı ve astronotlar, tren soygunu yapan gangsterler, ninenin büyük okuma gözlüğü ve daha birçok görüntü sessizdi. Bu sessizliğe perdenin yanında taburesine oturan adamın çaldığı piyona eşlik ederdi bazen. Bunda hareketsizliğin, sessizliğin ortadan kaldırılması amacıyla yapıldığı gibi daha çok seyirci çekme, yani ticari kaygı da vardı.
Chaplin ve Eisenstein'ın tepkisi
Sinema endüstri olmaya doğru yol alırken yavaş yavaş sessizlik yerini sese bırakacaktır. Bu müzik ile sesin birlikteliğinin göstergesidir. Sinemanın ilk yıllarından Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar opera, operet, bale, vodvil Broadway'da olgunlaşır. Olgunlaşma döneminden sonra Hollywood'a oradan da tüm dünyaya yayılma gösterir.
İlk olarak yarı bir operet olan Don Juan 1926 Ağustosu'nda New York şehrinde gösterime girer. Takvimler 6 Ekim 1927'i gösterdiğinde ise sessiz sinema dönemi kapanmaya başlarken sesli sinema dönemi yavaş yavaş başlayacaktır artık.
6 Ekim 1927'de sinema tarihinin ilk sesli filmi olan ve yönetmenliğini Alan Crostland'ın yaptığı The Jazz Singer/Caz Şarkıcısı gösterilir. Filmin başrolünde bir şarkıcı olan Al Johnson vardır. Filmin ünlü şarkısı olan Mammy'i ve diğer bütün şarkıları Al Johnson seslendirir. Bu sinema tarihinin müzik ve konuşma içeren ilk filmidir.
Bu filmlerin ilgi görmesiyle ses sinemaya iyiden iyiye girmeye başlar. Ses ile birlikte birçok yenilik de sinemaya girer. Ancak sessiz dönemden kalan birçok oyuncu sinemanın dışında kalır (Michel Hazanavicius'un Artist filmi o dönemi anlatır).
Yine Chaplin, Rene Clair, Pudovkin, Eisenstein, Murnau gibi sanatçılar sese karşı cephe alırlar. Onlar sesin bir çekimden bir başka çekime geçişte sahnenin değerini düşürdüğüne inanmaya başlar ilk yıllarda. Ancak Charlie Chaplin Diktatör ile Eisenstein Aleksandr Nevskiy ile sesli filme geçiş yapar.
Rene Clair ise müzikal komedilere imza atar sonraki yıllarda. Ses ile hareketli görüntüler hayatın bire bir kendisi olurken karakterler ise canlı, yaşayan kişilere dönüşmüş olmaya başlar seyircinin gözünde.
Amerikan müzikali
İlk sesli film olan Caz Şarkıcısı filmiyle müzikaller dönemi de başlar. Müzikli filmin ilk dönemlerinde müzikli oyunlar, operalar, operetler sinemaya aktarılır. Daha sonra opera ve opera sanatçıları, büyük bestecilerin yaşam öyküleri aktarılır.
Sesli sinemanın ortaya çıkışından İkinci Dünya Savaşı'na kadar opera ve operetler devam eder. Amerikan müzikhol Broadway tiyatrolarındaki tiyatro oyunlarından önce gösterilen müzikli ve danslı oyunlar olan revüler de sinemaya aktarılır zamanla.
Sinemaya yakın olan bu revüler daha sonra sinema için özel olarak hazırlananlara yerini bırakır. Bu müzikli danslı filmlerden Amerikan müzikali doğar. Caz orkestraları, caz ustaları, caz şarkıcıları, dans sanatçılarının yer aldığı filmler yapılır. Amerikan müzikali doğrudan doğruya İkinci Dünya Savaşı sonrası sinemaya özgü bir müzikli danslı film çeşidi olarak gelişmiştir. Amerikan sineması şarkılı filmler içinde müzikal bir tür yaratmayı başaracaktır zamanla.
Yükseliş ve çöküş
Nijat Özön "100 Soruda Sinema Sanatı" adlı eserinde müzikli danslı filmlerde çerçevelemenin, görüntü düzeninin, kamera hareketlerinin, giysinin-kostümün, aydınlatmanın, renklerin, sesin ve kurgunun büyük bir önem taşıdığını belirtir.
Müzikal filmlerde bolca dans ve şarkı hâkimdir. Bu müzikallerde kullanılan şarkılar bir yandan listelerde hit parçalar olurken bir yandan da kaset satışlarını artırır. Bundan dolayı birçok sanatçı müzikallerde oynamaya başlar artık.
Sesli filmlerde en çok müzikale yer verilmesinde 1929 ekonomik krizi etkilidir. Bu kriz ortamında seyirciyi çekmenin et etkili yolu olur müzikaller. Broadway'deki müzisyenler, besteciler, oyuncular, yönetmenler ve teknisyenler Hollywood'a geçer. Stüdyolar kendi özel müzik yerlerini kurar.
1927'lerden itibaren yükselişe geçen ve sinema endüstrisinde güçlü olan müzikaller 1940'lı ve 1950'li yıllarda en parlak dönemini yaşar. Müzikallerin "altın yılları" olarak anılır. Bu dönemde prodüksiyon sayısının artması, bütçelerin artması, büyük stüdyoların kurulması bunda etkili olur. Bu yıllarda stüdyolar kendi tarzlarını geliştirmeye başlar. Yıldız oyuncuları kendi bünyelerine katarlar. Bu şirketlere bağlı yıldız oyuncular oynasa da oynamasa da paralarını alıyordur.
1950'lerin sonlarına doğru müzikallerde düşüş başlar. Bunda kontratlardaki özel talepler, sendikaların taleplerinin yüksekliği, filmlerdeki dans sahnelerinin maliyetinin yüksek olması, kostüm-giysilerin ve sahne dekorlarının büyük bütçelere ihtiyaç duyması, şirketlerin 1940'lardan itibaren başlayan tekel oluşturması, hukuki soruşturmalar ve televizyonun ortaya çıkışıyla sinemaya giden seyircinin azalması etkilidir.
Ayrıca yıldız oyuncular ile yapılan anlaşma gereği oyuncuların bağlı olduğu şirketin dışında başka yerde çalışmaması da etkili olur. Tüm bu etkenler bir araya gelerek büyük stüdyoların çöküşüne zemin hazırlar. Müzikal filmlerde de azalma görülmeye başlanır.
1960'larda Rock and Roll müzikalleri seyirciyi bir süre ayakta tutmaya çalışır. Elvis Presley 1957- 1970 yılları arasında otuza yakın müzikalde oynar.
1970'lerde birkaç filmden öteye geçmez bu filmler. Bu eski günlere rahmet okunduğunun göstergesidir adeta.
1990'lı yıllarda ise müzikal filmler eski günlere dönme sürecinin yaşandığı yıllar olur.
Müzik ve Hindistan sineması
Müzikal türün Amerika'daki gelişimi kendi içinden Beethoven, Mozart, Bach, Vivaldi, Leipzig gibi sanatçıları çıkaran Avrupa'ya da sıçrar. Bunların yaşamları sonraki yıllarda sinemaya uyarlanır.
Ancak müzikaller Amerika'daki gelişim göstermez. Bunda müzikallerin büyük bütçelere yapılıyor olması etkilidir. Yine yaklaşmakta olan İkinci Dünya Savaşı'nın ekonomik olarak Avrupa'yı sıkıntıya sokması da etkili olacaktır.
Müziğin hiç eksik olmadığı Hindistan sinemasında ise şarkıların sinemanın yayılmasında büyük etkisi olur. Sinemanın ilk yıllarında şarkı sayısının yirmiyi, otuzu hatta kimi zaman altmışı bulması şarkının seyirci üzerindeki etkisidir.
Kimi kez filmlerde şarkıların filmlerin kendisinden bile daha fazla önem taşıdığı ve öne çıktığı görülür. Genellikle bu şarkılar playback yöntemiyle ve aynı şarkıcılar tarafından okunur.
Müziğin Hindistan sinemasında bu kadar yer edinmesinde toplumsal yaşamın çeşitli etkinliklerinde -bayramlar, cenaze törenleri gibi- kullanılması etkili olmuştur. Dünyaca ünlü Hint yönetmen Satyajit Ray'ın Hindistan filmleri ilgili olarak söylediği sözleri bunu doğrular niteliktedir:
"Ortalama Hindistan filmi renklidir. Tanınmış bir şarkıcının söylediği altı, yedi şarkı içerir. Bir tek dansçı ya da bir topluluk dans eder. Bir iyi kız bir kötü kız, bir iyi erkek bir kötü erkek vardır. Konu genellikle bir aşk hikâyesidir ama kızla oğlan hiçbir zaman öpüşmez. Gözyaşının kahkahadan daha bol olduğu bu filmlerin kişileri toplumsal açıdan boşluktadırlar. Dış sahnelerin Keşmir'de ya da Tokyo'da çekilmiş olması her üç filmden ikisinin birbirine benzemesini engellemez."
Türkiye'de müzikal
Türkiye sineması ise Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin Yıkılışı'yla başlar ve "tek adam" olarak 1939'a kadar damgasını vuran Muhsin Ertuğrul döneminde tiyatro etkisinde kalır yıllar yılı.
Leblebici Horhor (1929) müzikal türünde çekilen ilk film olarak anılır. Muhsin Ertuğrul döneminde ilk sesli ya da şarkılı film 1931 yılında çekilen İstanbul Sokaklarında adlı filmdir. Yine bu dönemde Muhlis Sabahattin'in bestelediği Mümtaz Osman takma adıyla Nazım Hikmet'in sözlerini yazdığı Karım Beni Aldatırsa (1933) filmi ilk operet filmdir.
Muhsin Ertuğrul döneminin yavaş yavaş kapandığı 1940 yılında Türkiye sinemasında Münir Nurettin Selçuk ilk şarkıcı oyuncu olarak Allah'ın Cenneti adlı filmde oynar. Nasreddin Hoca Düğünü'nde Müzeyyen Senar sinemada ilk kadın şarkıcı olur. Türkiye sinemasının bu döneminde Mısır sinemasının etkisinden olsa gerek, neredeyse her filmde bir göbek dansı sahnesi vardır.
1951 yılında Lütfü Akad'ın Lüküs Hayat adlı müzikali çekilir. Zeki Müren Beklenen Şarkı ile sinemada yerini alır. Sonraki yıllarda Haldun Taner'in yazdığı Yalçın Tura'nın müziklerini yaptığı ve Atıf Yılmaz'ın yönettiği Keşanlı Ali Destanı adlı müzikal çekilir. Bu yıllar Türkiye'de sinemanın en iyi müzikli yıllarıdır.
1970'li, 1980'li yıllarda yapılanlar ise, yani şarkılı-türkülü filmler müzikal olarak adlandırılamaz. Sezen Aksu da Atıf Yılmaz'ın yönettiği 1978 yapımı Minik Serçe filmiyle kamera karşısına geçer. Bu dönemin önemli müzikali yönetmenliğini Orhan Aksoy'un yaptığı, Haldun Dormen'in dansları yönettiği Renkli Dünya'dır.
Türkiye sinemasında Yedi Kocalı Hürmüz, Kanlı Nigar, Müjdat Gezen'li Gırgıriye filmleri darbukalı, ayı oynatmalı, bol cümbüşlü filmler olmaktan öteye gidememiştir. Filmer birer şarkılı film olmaktan öteye gidemez. 1990'lar Türkiye sinemasının çöküşünün yaşandığı yıllardır. Ürettim durma noktasına gelmiştir.
2000'lere gelindiğinde Türkiye sineması toparlanmaya başlar, ancak Ezel Akay'ın büyük emeklerle tekrar çektiği Yedi Kocalı Hürmüz ilgi görmez ve yönetmen büyük bir ekonomik kayba uğrar. Müzikal film yapmak büyük bir bütçe, yapım ve emek gerektiren bir iştir.
Müzikaller geçidi
Caz Şarkıcısı'ndan bugüne kadar gelen unutulmaz müzikal filmlerin birkaçına baktığımızda Joel Schumacher'in Andrew Lloyd Webber'in dünyaca ünlü bestesini uyarladığı The Phantom Of The Opera/Operadaki Hayalet'i, Milos Forman'ın Mozart'ın hayatını anlattığı Amadeus'u, Victor Fleming'in The Wizard of Oz/Oz Büyücüsü, Agnieszka Holland'ın Copying Beethoven/Beethoven'ı Anlamak'ı, Alan Parker'ın Pink Floyd ve Evita'sı, Bob Fossei'nın Caberet/Kabere'si, Andrian Lyne'nin Flashdance'si, Stanley Donen ve Gene Kelly'nin Singin in The Rain/Yağmur Altında'sı, Lars von Trier'nin Dancer in The Dark/Karanlıkta Dans'ı, Jerry Kramer, Jim Blashfield, Colin Chilvers'in Michael Jackson'u anlattığı Moonwalker/Ay Dansı, Jerome Robins'in West Side Story/Batı Yakasının Hikayesi, Randal Kleiser'in Grease'i, Rob Marshall'ın Chicago'su, Tim Burton'un Sweeney Todd'u, Olivier Dahan'ın Edith Piaf'ı anlattığı La Mome/Kaldırım Serçesi, James Mangold'un Walk the Line/Sınırları Aşmak'ı gibi yapımlar bu türün unutulmazları arasında yer alır.
CNBC-e ekranlarında 18 Temmuz gecesi "gerçek öyküler" adı altında bu kez bir Broadway uyarlaması olan ve sonrasında televizyona da uyarlanan "LackawannaBlues" adlı müzikal film gösterildi. Yönetmenliğini George C. Wolfe'nin yaptığı ve başrollerinde S. Epatha Merkerson (Rachel Crosby/Anne/Dadı), Marcus Carl Franklin (Ruben Santiaogo Junior), Carmen Ejogo (Alean) gibi oyuncuların oynadığı 2005 yapımı, bir Broadway uyarlaması olan bu müzikal filmde New York'taki Lackavanna'da doğan ABD'li yazar ve oyuncu Ruben Santiago Hudson'un gerçek yaşam öyküsü anlatılır.
Filmin senaryosu da yine Hudson'a aitttir. Film Merkerson'a Altın Küre ve Emmy ödülleri de kazandırdı.
Ruben Santiago'nun Anne ve Dadı dediği, kalp krizi geçiren Rachel Crosby'i ziyaret etmesiyle başlayan film düz bir zaman çizgisinde ilerlemez. Geriye dönüşlerle Santiago'nun doğduğu yer olan Lackawanna'ya giderek yaşam öyküsü hakkında bilgiler verir. Ruben Santiago'nun yaşam öyküsünü kendi sesinden dinleriz.
Lackawanna'ya saygı duruşu
Yıl 1955. Yer New York'taki Lackawanna... Diğer adıyla 32. Wasson Sokağı... Burada siyahlar yaşar ve herkes bir aradadır. Çünkü etnik ayrımcılık bu insanları bir araya getirmiştir.
Herkes daha doğmamış olan Ruben Santiago'nun ve herkesin Dadı ya da Anne dediği Rachel Crosby'in her cuma düzenlediği balık partisindedir. Herkes sevinçli olduğu kadar mutludur da. Film boyunca dinmeyen müzikal cümbüş de bu anlara eşlik eder. Ve birazdan bu müzikal cümbüşe Ruben Santiago'yu dünyaya getirecek olan Alean'ın, sevişen bedenlerin ve elindeki usturasıyla bir başka bedeni büyük bir arzu ile kesecek olan kadının iniltisi eşlik eder. Bu iniltiler arasında Ruben Santiago Lackawanna'da dünyaya gelir. Ruben sorunlu bir aile yaşamında doğar ve onun yetişmesinden Anne/Dadı sorumlu olur. Ona bakar... Onu eğitir... Ona hayatta kalmanın yollarını anlatır. Ruben, 32. Wasson Sokağı'ndaki Rachel'in sevgili Bılly'den, Larnie'den, Laura'dan, çekip giden ve bir kaza kurşunuyla öldürülen annesi Alean'dan ve diğerlerinden hayata dair şeyler öğrenecektir.
Film Lackawanna'ya da bir saygı duruşudur aynı zamanda. Bir yandan Ruben'i anlatırken bir yandan New York'un 32. Wasson Sokağı'nda oturan herkesin Dadı'sı ve Anne'si olan Rachel'i de anlatır.
Rachel Virginia'dan göç ederek New York'a gelmiştir. Diğer siyah kadınlar gibi o da beyazların yaşadığı evlerde hizmetçilik yapmıştır. Bir gün çalıştığı evin beyaz kadınının "benim kazandığım paralarla yaptığın pastayı böyle nereye götürüyorsun" sözleri ona dokunacak ve arkasına bakmadan 32. Wasson Sokağı'na gelip yerleşecektir. Kazandığı paralarla burada birkaç ev alır ve bir lokanta açar. Zamanla herkesin Dadı'sı ve Anne'si olur. Filmin bundan sonrası da Ruben Santiago'nun büyüme sürecini, Anne'nin Lackawanna'daki insanlara bıkmadan, yorulmadan yardıma koşmasını, sorunlarına çözüm bulmasını, kendisini onlara adamasını anlatır.
Siyahilerin mücadelesi
Ruben'in doğduğu zaman dilimi aynı zamanda karmaşanın, kaosun, kanın döküldüğü, siyah insanlara yapılan ırkçılığın yaşandığı bir zaman dilimidir. Bu ırkçılığa karşı Malcom-X öncülüğünde mücadele edildiği bir zaman dilimi olduğu kadar, polisin siyah insanlara karşı uyguladığı şiddeti önlemek amacıyla 1966 yılında kurulan Kara Panterler Hareketi'nin doğduğu ve mücadele ettiği bir zaman dilimidir de.
Filmin diyaloglarına da yansır bu mücadeleler. Beyazların yaptığı ırkçılık çeşitli sözlerle (bir insanın zekâsının ölçülmesi beyaz insandan örnekler verilerek anlatılır) de dile getirilir filmde.
Siyahların verdiği mücadele de olduğu gibi Rachel de Lackawanna'nın 32. Wasson Sokağı'nda oturan insanları o küçük lokantasında her cuma düzenlediği balık partisiyle bir araya getirir. Küçük küçük parçaları alıp onlardan bir bütün yaratır Rachel. Bir toplumu parça parça yan yana getirip birleştirmenin mücadelesini verir. Bunun için o herkesin Anne'si ve Dadı'sıdır.
Yaşanan acılara, aşklara, umutlara, sorunlara, mağdurluklara, çaresizliklere, yoksulluklara, hor görülmeye, ırkçılığa karşı insanlar şarkılar söylemeye, dans edip eğlenmeye devam eder. 95 dakikalık öykü boyunca 32. Wasson Sokağı'nda blues şarkıları eksik olmaz.
Müziğin insan ile olan ilişkisi hayat kadar eskidir. Sinemada ise yüzyıllık bir geçmişe sahiptir. Hayat devam ettiği sürece ve o hayat hikâyeleri de film olduğu sürece müziğimiz hep olacaktır. Ne diyordu şarkı, hadi hep birlikte hatırlamaya çalışalım, "beni öldürmek isteyen hayatı seviyorum."* (KT/YY)
* Mine Söğüt'ün "Deli Kadın Hikâyeleri" adlı kitabından alınmıştır.