*Fotoğraf: Love me If you Dare" filminden.
"Hayatta kolaya kaçmayın, orası derinlik ve kaliteden uzak olduğu için kolaydır..."
"En büyük mutluluk mutsuzluğun kaynağını bilmektir." Dostoyevski
Mutsuzluğun yaygınlaşarak toplumsallaştığı bir dönemde 14 Şubat yazısı yazmak aşkla sınırlı olmayan bir çerçeveyi ihtiyaç haline getiriyor. Bu nedenle bu kez (önceki yıllardan farklı olarak) konuya mutluluk üzerinden bir girişle değinmeye çalışacağım.
Yaşamda anlam arayışı insanın tüm dönemlerinde vardır. Hatta antik Yunan felsefecilerinin temel konusudur.
O günden bugüne mutluluk; felsefecilerin, psikologların, sosyologların gündeminden düşmemiştir.
Buna rağmen bugün hala bir soru(n) olmaya devam etmesi de meselenin boyutuyla ilintilidir. İnsanların hala "üç adımda mutsuzluktan kurtulma sanatı"na itibar ediliyor olmaları da bu kapsamda değerlendirilebilir.
Mutluluk arayışı
Bugün artık mutluluk arayışıyla özgürlük arayışının iç içe geçtiği bir süreçteyiz. Üretim ve birikim çok fazla, bilgiye ulaşmak da daha kolay ama bilgisizliğe veya yanıltıcı verilere muhatap olmak da en az o kadar kolay.
Mutluluk, genel boyutuyla söylersek insanın kendini ruhsal olarak iyi hissetmesi halidir. Bu tanım tüm insanlar için geçerlidir.
Bunu kendimiz için de bir Almanyalı, Fransalı vb. için de söyleyebiliriz. Hatta sözlü kullanımda hayvanlar için bile "bugün çok mutlu" vb. demek mümkün.
Daha özgün niteliklerde ve daha sınırlı aralıklarda gerçekleşen hayvanın mutluluk-mutsuzluk grafiği ile insanın mutluluk-mutsuzluk grafiğini ayıran bilinçli eylem ve kültür gibi büyük bir fark var.
Bu fark, dönemsel olarak da öznel ve mekansal olarak da mutluluğun nedenlerini, biçim ve derinliklerini farklılaştırır.
Nasıl ki yabancılaşma ikliminden etkilenme oranı kişinin dirençlerine ve geçirgenliklerine bağlı ise mutluluk-mutsuzluk grafiği de aynı tarihsel kesitte ve aynı toplumsal ortamda olunsa da tüm insanlar için aynı olmaz.
Suhomlinski, "Öğretmenlik mesleğimin başından sonuna kadar şaşmaz bir ilke olarak kabul ettiğim şey, kişinin ne olduğunun, mutluluk hakkındakı kişisel görüşünden kaynaklandığına olan sarsılmaz inancımdır" der.
Mutluluk arayışında insanın iç dünyasının keşfi önemli bir aşamadır.
İnsan, ancak iç dünyasındaki derinliği ve zenginliği keşfettiği zaman insanların yalnızca gereksinimler üzerinden değil kapasiteler üzerinden tanımlanması gerektiğinin bilincine ulaşır.
Tam da bu bağlamda Spinoza, mutluluğu kapasite açısından tanımlar.. Spinoza'ya göre insan aslında tabii ki gereksinimler bütünüdür; bu doğrudur ama insan aynı zamanda kapasiteler bütünüdür.
Bir çeşit özgürleşme şansı
Bütün insanların iç dünyaları, zayıflıkları, hesap ve tasarıları, söyleyemedikleri vardır. Bunu paylaşabilmek, deyim yerindeyse kişinin içine girmek veya kişiyi içine almaktır.
Mutluluk, insanın tam da iç dünyası ile ilintili ise buraya girebilmek, gireni özgün kılar. İç dünya zenginliği insana en zor, en dar fiziki koşullarda örneğin bir tecit hücresinde, o fiziki alandan ruhsal olarak çıkma ve bir çeşit özgürleşme şansı verir.
Ruhsal/entelektüel alana girildikten, değerler söz konusu olduktan sonra mutlulukta anlam ve içerik de farklılaşmaya, derinleşmeye başlıyor. Zigmund Bauman, mutluluğu anlatırken kendinden değil Goethe'den örnek verme ihtiyacı duyuyor.
Mutluluk konusunda kısaca şunları söylüyor Bauman: "Büyük şair Goethe aklıma geliyor. Romantik şair. Ona sormuşlar.
Mutlu hayat yaşadın mı diye. Cevabı 'evet' olmuş. 'Çok çok mutlu bir hayat yaşadım' 'ama' diye eklemiş hemen ardından 'tek bir mutlu hafta hatırlamıyorum'.
Ve bu güncel felsefeye karşı bir yanıt. Bizler için bir uyarı. Çünkü bugün tanıtımla, reklamla sürekli yeni, cazip, çekici modalarla mutluluğu hep daha iyi ve kesintisiz bir dizi memnuniyetler bütünü olarak düşünmeye itiliyoruz.
Ve Goethe'nin öne sürdüğü ki o, sadece mükemmel bir şair değil aynı zamanda çok, çok bilge bir insandı. Şu ki mutluluk, üzüntülerin, sorunların üstesinden gelmektir. Şiirlerinden birinde der ki "asıl kabus ardı arkası kesilmeyen güneşli günlerdir."
Can sıkıntısı ve mutluluk
Bunun alternatifi mutluluk değil can sıkıntısıdır. Heyecandan yoksun olmaktır. Peşinden gideceğin, uğruna kavga edebileceğin bir amaçtan yoksun olmaktır.
Goethe'nin söyledikleri genç insanlar için gerçekten bir uyarıydı. Hayatınızı sınırsız haz veren maddelerle dolu bir kaptan seçilen hediyeler yığını olarak düşünmeyin.
Hayatınızı uzun uzun bir mücadele olarak düşünün. Bu uzun mücadelede bir problemi çözerseniz bir diğeriyle karşılaşırsınız. Ve yan etkiler çoğu zaman can sıkıcıdır.
Ve evet beni kısa dönemde karamsar uzun dönemde ise iyimser yapan işte budur." (abç)
Mutluluktan söz etmişken, Feuerbach'a değinmemek olmaz. Bu alanda en çok yazmış ve ömür boyu mutluluk sorusuna yanıt aramış filozoflardan biri olan Feuerbach'ın 1867'de Marks'ın Kapital'inin birinci cildini okuduktan sonra diyor ki "Mutluluk nedir sorusunun yanıtı ekonomi politiktedir."
Bu yanıt kimilerine şaşırtıcı gelse de gerçekte çok daha köklü bir yanıttır; hatta köklü bir çözüme işarettir. Örneğin Küba'daki toplumsal mutluluk bununla açıklanbilir. Her kişinin ayrıca dar bağlamlı içsel mutlulukları vardır ama Küba ülke olarak mutludur; bunun da yanıtı ekonomi politiktedir.
Tanıma sığamamak
Ekonomi politiğin, salt maddi yaşam koşulları bağlamında sınırlı bir çağrışım yapacağı ve "mutluluk ellerimizdedir" tanımını devre dışı bırakıyormuş gibi gelebilecği için konuyu biraz daha açmakta, özgün yanlarına değinmekte yarar var.
İnsanların her şeyden aynı oranda etkilenmesi, tad alması, olgulara aynı anlamı yüklemesi nasıl mümkün değilse mutlanmada da aynı olmaları mümkün değildir.
İnsanların nasıl, nelerden ve ne oranda mutlandığı, bir yanıyla da halklara, kültürlere vb. bağlıdır. Bu konuda tek tip çerçeve çizilemez. Çünkü kavram, niteliği gereği koşullar ve toplumlar üstü bir tanıma sığmaz.
Bu öznellik, nasılı/niçini ile ilgili konuşulamayacağı anlamına gelir mi? Örneğin Descartes'in düşünme için söylediği şeyi burada belki doğrudan uygulayamayız. "Şöyle düşün" der gibi "Şöyle mutlan" diyemeyiz; ama mutlanmak için yöntemsel veriler, araçlar vb. üzerine öğretici süreçler geliştirilebilir. Bu tür konular bir yanıyla kişisel olsa da işin sınıfsal/sistemsel yanı üzerinden atlanmamalıdır.
Aslında değişkenlik, imkanlarda olduğu kadar incelik ve beğenilerde de ölçülerde de ve hatta bilme konusunda da yaşanıyor. Bu değişkenliğin ayırdında olma ile olmama arasında mutluluk ve oranı açısından bir fark olmadığı söylenemez.
Tabii şöyle bir özgünlük de vardır. İnsan eğer örneğin "ben okuduğum kitaplarda satır aralarında gizli şarkıları dinliyorum" diyor ve bu onu mutlu ediyorsa, bunun tartışılacak/reddedilecek bir yanı yoktur; aksine mutluluğun da mutsuzluğun da öznel yanları olduğuna işarettir.
Mutluluk bilincinin süreç içinde geliştiği de bir gerçektir. Yine de toplamda bugün insanların mutlanma yollarına ve eşiklerine baktığımızda bir kısırlık ve rutin içinde olunduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda "mutluluk da öğrenilmesi gereken türde bir şeydir" demek yanlış olmayacaktır.
Yaşam için giriş kapısı
Bir 14 Şubat gününde aşktan/sevgiden bahsetmemek olmaz.
Aşka dair de mutluluk gibi hem göreli hem de tartışmalı tanımlar vardır. Kadın-erkek ilişkisinde aşk kavramının söylemde de uygulamada da sıradanlaşması, anlamı hem çeşitli hem de belirsiz hatta kimilerinin nezdinde içeriksiz kılar.
"Sevgi, insanca yaşam için giriş kapısıdır. Sevgisizlik eşiğinde ise kapitalizm başlar." demek örneğin doğrudan aşk anlamına gelmiyorsa da buradaki sevgiye açılan kapı aşk için de bir ipucu olarak görülebilir.
De Profundis'te insanı gündelik hayatın sığlığının ötesine geçmeye çağıran, bunu yapabilmek için de gücünü sevgiden alan sanatı öneren Oscar Wilde, sevgiyi yalnızca güzel şeylerin, incelikli düşüncelerin beslediğini ama nefreti herhangi bir şeyin besleyebileceğini söyler.
Wilde, "Hapishaneye aşksız girersem, ruhum buna nasıl dayanır?" diye sorar. Aşkı hayatından çıkarırsa, yazmaya veda etmek zorunda kalacağını bilir. Bu, aşkın tutsaklık gibi en zor koşullarda içsel firardan direnç büyütmeye ve hatta fiziki koşulları yenmeye kadar ne türden etkisinin/rolünün olacağına dair bir örnektir.
Aşkın sahiplenmeye ve hatta bir çeşit mülkiyete dönüşmesi belki de bugün en sık ve en sorunlu örneklerdendir. Albert Camus "Başkaldıran İnsan"da buna değinir, "Hiçbir varlık hatta en sevileni ve sevgimize en iyi karşılık vereni bile hiçbir zaman bizim değildir.
Özgürlük fethedilir...
(...) Sahip olma eğilimi öylesine doymak bilmez bir eğilimdir ki aşkın ölümünden sonra da yaşayabilir. O zaman sevmek sevileni kısırlaştırmaktır." der. Gerçekte ise sevgi/aşk; bencillik, kıskançlık veya metalaştırma aynasında kırılmadığı sürece özgürleştiricidir. Özgürlük ise Paulo Freire'nin dediği gibi fethedilir, armağan olarak alınamaz.
Sabahattin Ali de Marks'ın, "Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa sevgisi sevgi değil genişletilmiş bencilliktir" biçimindeki değerlendirmesini çağrıştıracak şekilde "İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir" tanımı dikkat çeker.
Marks'ta da Sabahattin Ali'de de ortak nokta sevginin iki kişilik bir yanı olsa da daraltılıp tekelleştirilmesi yerine bütün insanlığı sevme boyutuna taşınması yani sahip olunan değerlerle bütünleştirilmesi gerektiğidir; bu genişlemenin, kendi dışına taşmanın, aşkın derinliğinin ve kapsayıcılığının koşulu olduğudur.
Bu bakış açısında sevgili, değerlerin bedenleşmiş halidir; aşk bireyselleştirici veya daraltıcı değil çoğaltıcıdır.
Bu bağlam içinde 14 Şubat ve aşk için; yaşam aşkla örülebildiği oranda bir kişide somutlanarak bedenleşmiş aşka ulaşmak, bunu devamlı ve derinlikli kılmak mümkündür diyebiliriz.
(MY/PT)