Metanın ve pazarın dişleri arasından kurtarmalı
Aşka ve yaşama dair tasarıları
Mülkiyetin sınır ötesine dokunmalı
Düşlerimizin mısraları ve şiirsel sınırları
“Bir insan ömürünü neye vermeli?”
İçinden geçtiğimiz süreçte umut, moral, mutluluk, insanı insan kılan değerler, yaşamın anlamı, hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı vb. konular hemen herkesin gündeminde. Umudu zayıf düşüren ve geleceği karartan gelişmeler yaşandıkça, sözünü ettiğimiz bağlamdaki tartışma, düşünme ve arayışlar artıyor.
Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı veya bir insanın ömrünü nereye vermesi gerektiği sorgulanıyor. Türküde geçtiği gibi “Bir insan ömrünü neye vermeli” sorusuna yanıt aranırken, öncelikle yine türküde geçtiği gibi ömrün hangi koşullarda ve nasıl tükenip veya savrulup gittiği üzerinde durulmalıdır.
Aslında bu soruya aranan yanıt, felsefenin temel sorusuna aranan yanıtla yakın bir içeriğe sahip. Bunu Albert Camus “Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığına dair bir yargıda bulunmak, felsefenin temel sorusunu yanıtlamak demektir” biçiminde tanımlıyor.
İnsanlarda bir yenilgi psikolojisi var. Daha da kötüsü, insanlar sınıf karşıtına değil kendine yeniliyor. Che’nin “en kötüsü” dediği durumdur bu. Kendine, rutine, acılara yenilmek ve giderek kendi yanılgısını üretmek, kendi içinde bir bekçi büyütmek yenilgiyi içselleştiriyor. 68 kuşağının da sloganlaştırdığı gibi ilkin kendi içindeki bekçiyi öldürerek işe başlamalı. Sistemi elbette bir anda değiştiremeyiz ama kendimizi değiştirebiliriz. Toplumsal devrim gecikebilir ama her sabah güne kendi devrimimizle başlayabiliriz.
Erich From yabancılaşmayı edilgenlik hastalığı olarak tanımlar. Godot'yu bekleyenler için, “kendi eylemsizliğine yenilmiş insanların ne ve kim olduğunu bilmedikleri bir Godot beklediklerinden” söz edilir. O halde edilgenliğimizi ve eylemsizliğimizi yenerek işe başlayabiliriz. Çünkü bunun tam ucunda umut bekliyor. Hani Eluard “Her acının sonunda açık bir pencere vardır.” diyor ya işte o pencereye gidecek yolu şaşırmamak için Arendt’a kulak vermeli; “insanlar bir araya gelip ortak eylem yapabiliyorsa umut var demektir.” Bu, çarenin nerede aranması gerektiğine, dolayısıyla da insanın ömrünü neye ve nasıl vermesi gerektiğine dair bir çeşit adres tarifidir.
Dostoyevski’de mutluluk
“En büyük mutluluk mutsuzluğun nedenlerini bilmektir.” diyen Dostoyevski, “İnsan daima başına gelen felaketleri sayar, sevinçleri değil. Eğer saysaydı, evrenin kendisine yeterince mutluluk sunmuş olduğunu anlardı.” değerlendirmesini yapar. Gerçekte bu, Polyannacılık değil sorunun kaynağıyla kurulmuş diyalektik bir ilişki, öze dokunan bir değerlendirmedir. Aynı zamanda iyimserdir; felaketlerin değil mutlulukların listelenmesini öneriyor. Daha da önemlisi, eğer kişi evrenden başlayıp doğaya, oradan da insana uzanan ilişkiyi bilimsel olarak değerlendirebilirse, heyecan verici o bağı görür ve bunu yaşamında “daha büyük düşünme” sebebi yapabilirse, bu bile tek başına olumluluk/mutluluk hanesini büyütür. Goethe’nin “İnsan kendini en iyi başkasında görür” sözünü anımsayarak yanınızdakine dokunduğunuzda, onu (bozulmamışlığı oranında) doğanın ayağa kalkmış bir özeti olarak görürseniz, ona içerilmiş halde bulunan bir miktar evren ve doğa hissi/tadı da alırsınız.
Bugünkü yaygınlaştırılmış mutsuzluğa baktığımızda, planlanmış ve merkezîleştirilmiş “örgütlü kötülük” karşısında düşülmüş olan “çaresizlik” hissinin önemli oranda rol oynadığını görürüz. Bu, aynı zamanda mutluluğun/çözümün kimlerle, kimlere karşı, nerede ve nasıl aranması gerektiğinin de ipucudur. Ernst Bloch'tan esinle söylersek, mademki “ütopya mümkünün kıyısıdır”, o halde düşlerimizin işgaline izin vermemeli ve düşsel tasarılarımızı mevcut kuşatmanın dışına çıkmak için bir basamak olarak görmeliyiz.
“Ömür dediğimiz şey”
Ataol Behramoğlu, “Ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır/Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana” diyor. Bir başka açıdan ama yaşama verilen önem bağlamında benzer şekilde “Yaşamak, bir şölendir. Bu şölene çağrılan kimseler pek çoksa da masaya oturmayı başaranlar pek azdır.” diyor Darvin. Bu içerikte akla gelen bir diğer örnek de hayat ona yeterince adil davranmamış olsa da “Teşekkürler hayat” diyebilen Mercedes Sosa'dır. Her üç durumda yani armağanın öneminin ayırdında olmak da şölene katılabilmek de teşekkürler diyebilmek de engelleyici tüm faktörlere karşı yaratıcı bir etkinlik gerektiriyor.
Bugün insanı yabancılaştırarak insan olmaktan çıkaran ve “anti yaşam zeminleri”ni hayatı yaşanmaz kılacak boyutta büyütmüş olan tekçi ve tekelci semaye egemenliği karşısında yaşamanın aynı zamanda direnmek olduğunu ve mutlaka yaratıcı, bilinçli, kolektif bir etkinlik halinde ilerlemesi gerektiğini gösteriyor. Bu, bazen birinin ihtiyacına dokunarak acısını hafifletmeyi bazen de çare üretiminin bizzat içinde olmayı gerektirirken, özünde bireysel sınırların toplumsal sınırlarla çelişmeyen bir bütünleşme içinde olmasını yani “ben”in “biz”i çoğaltan ilişkisini zorunlu kılar.
“Sevilmemek yalnızca şanssızlıktır ama sevmemek mutsuzluktur.” diyor Albert Camus. Kendi kabuğumuza çekildiğimiz, kendimize ve sorunlarımıza yenilir hale geldiğimiz oranda, kendi dışına taşmak, kendini aşarak başkasını kapsamak demek olan sevginin gereklerini yerine getiremez duruma düşüyor ve sonuçta sevgisizlik iklimi içinde mutsuzlaşıyoruz. Gerçekte yalnızlaştırma, kuşatma ve teslim alma yönteminin merkezileştiği bugünün koşullarında sevgi, çoğalmanın da direnmenin de pusulası niteliğindedir.Bugün gelecek düşü kurarak örgütlenenlerin yaptığı bir yanıyla da budur, bir sevgi eylemidir, sevginin toplumsallaşması ve bir yaşam biçimine dönüşmesidir.
Madem insanlar yalnızlaştırılıyor ve kendi kabuğunun içine kadar daraltılıp orada hapsediliyor; o halde bugün o kabukları kırma ve dışarı çıkarak birbirine kenetlenme, birbirini çoğaltma zamanıdır. Belki kabuğunu ilk kıran diğerinin kabuğunu kırmasına yardımcı olacak ve özgürleşme yönünde daha güçlü, daha kapsayıcı adımlar atılacaktır. Meta-mülkiyet ilişkilerinin bozucu etkisinden ve daraltılmış kişisel yorumlardan kurtarılabildiğinde 14 Şubat, sevda rezervlerinin güncellenerek büyütüldüğü, “tutsaklığa zarar, özgürlüğe yarar” bir gün haline gelecektir. (MY/HK)