* Görseller: HBO.
Yakın zamandaki önemli politik tartışmaların neredeyse tamamına değinen ve bunu çok da doğru bir yerden ele alan bir yapım var, üstelik izlerken bir an bile "Ne diyor şimdi?" demiyorsunuz. White Lotus'tan bahsediyorum.
HBO yapımı dizinin ilk sezonu 2021'de yayınlandı. Yeni sezon ise 2022'de izleyici ile buluştu.
Diziyle ilgili Twitter'da şöyle bir yorum okuduğumu hatırlıyorum: "İlk sezon ilkinden, ikinci sezon ise ilkinden daha güzel." Nasıl? Bayağı öyle. Ve bu tabii ki diziyi tek başına yazıp yöneten, olağanüstü becerilerini ve zekâsını ortaya koyan Mike White sayesinde.
White, bizi ilk sezonda bir grup zenginle birlikte Hawaii'ye götürüyor. Etkileyici manzara ve tatil havasının büyüsüyle başladığımız Hawaii turu, hepimiz için gittikçe tedirgin edici bir hâl alıyor ve imrenerek baktığımız bu tatil mekânı, zamanla huzursuz bir ortama dönüşüyor. Şimdi kim, kimin kuyusunu kazacak ya da karşısındakinin varlığının ona mutsuzluk getirdiğini imâ edecek?
Güvensizlik
Dizinin izleyiciye verdiği en belirgin his ise güvensizlik. Herkesin çok mutlu göründüğü o büyük yemek masalarını hatırlayın. Bazen sadece siz, bazen de o masadaki herkes bilir; aslında masadaki kimsenin birbirine güvenmediğini ve aynı atmosferi dahi paylaşmak istemediğini. White Lotus bu atmosferi alıp büyük bir otele hapsediyor. Sizin payınıza da adeta hayvanların hapsedildiği "hayvanat bahçelerini" izlemek gibi bir seyir düşüyor. Hayvanat bahçesi benzetmesinde elbette Hawaii'nin tropikal büyüsünün de etkisi var. Bu çağrışımın bir diğer nedeni ise Mike White'ın müzik tercihleri.
Zenginler birbirinden huzursuz olmaya başladığında –aslında sadece birbirlerini eleştirmeye başladıklarında– hayvan sesleriyle bezeli son derece ilkel bir müzik yükseliyor. İd'in homurdanmasına benzer bir müzik bu.
White Lotus Hawaii'de çalışan otel görevlileri.
Çürük dünya tarihi
White, dizinin ilk sezonunda Rachel-Shane çifti üzerinden erkeklerin ideal kadın bedeni tahayyülünü, mutsuz ve yalnız zenginlerin tüm insan kaynaklarını parayla satın alabileceği fikrini ve çürümüş koca bir dünya tarihini alıp ıskartaya çıkarıyor.
İlk sezonda unutamadığım üç önemli an var: Siyah Hawaii yerlilerinin oteldeki beyazlar için organize ettiği animasyon gösterisi, otelde yeni çalışmaya başlayan temizlik görevlisinin işe alınmayacağını düşündüğü için gebe olduğunu söyleyememesi ve Tanya'nın (Jennifer Coolidge) otel görevlisi Belinda (Natasha Rothwell) üzerinde sadece parasıyla kurabildiği tahakküm.
Tanya ve Belinda arasındaki ilişki, aslında başladığı an sonunu tahmin ettiğiniz ilişkilerden. Ya da en azından yoksul-zengin ilişkisine tanıklık edip, bunu hayatınızın bir noktasında da belki deneyimlediyseniz tahmin edebileceğiniz türden. Tanya, kendi dünyasına sıkışıp kalan; ama parasıyla her şeye ve herkese erişimininin olabileceğini düşünen zenginlerin en sahici temsilcilerinden. Buna naifmiş gibi görünen ama tüm çıkar mekanizmalarını devreye soktuğu anlık tepkileri de dahil. Jennifer Coolidge, bu rolde mükemmel bir iş çıkarıyor ve zaten bu seneki Altın Küre Ödülleri'nde "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu" ödülünü de kazanıyor.
Tanya'nın yalnızlığı
Tanya'nın, Belinda'nın masaj yapma becerisinden etkilenip ona özel bir masaj salonu açacağını söylemesi, Belinda'nın bu hayale bel bağlaması, bunun için tüm hayatını yeniden organize etmeye çalışması gibi detaylarla bu ilişkinin tüm karanlık anlarına vakıf oluyoruz. Bize acı veren ise Belinda'nın gözlerindeki umudu ve telefon konuşmasına bile yansıyan heyecanına tanıklık etmek.
Fakat bu, zaten genelde böyle olur. Dışarıdan bir müdahaleye kendinizi açtığınız ve/veya bu müdahalenin etkilerini çok da öngöremediğiniz bir anda "büyük plan" sizi avlar. Halbuki basitçe Tanya'nın tek sorunu yalnızlık ve Belinda da sadece bu yalnızlığını giderebileceği bir araç.
Bir de tabii ki, ilk sezonda anmadan geçemeyeceğimiz beyaz tarih savunusunun yılmaz neferleri Mossbacher Ailesi var. En azından karı ve koca olarak komik, bazen utanç verici bir şekilde elimizdeler ve yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Popüler olduğu için sadece #MeToo hareketini bilen anne Nicole Mossbacher'in feminizmini ve baba Mark Mossbacher'in "Evet zamanında siyahlara çok zulüm edildi; ama ben onlardan değilim" aktivizmi. Yani minicik bir feminizm ve minicik Black Lives Matter hareketi; ama minicik.
Queer-feminist hat
Dizinin ikinci sezonu ise ilkinden daha büyüleyici bir mekânda, Sicilya'da geçiyor. İlk sezondan bizimle kalan sadece Tanya. Yeni karakterlerden en etkileyici olanlardan biri ise Di Grasso erkekleri. Torun, baba ve dede hallerini gördüğümüz ve aslında üçü de farklı insanlardan oluşan bu ailenin erkekleri karakter olarak ne yazık ki birbirlerinin aynısı. Ve üzücü olan elbette ki henüz zehirlenmediğini ya da erkeklik krizlerini aşmaya çalıştığını düşündüğümüz –hatta bence inandığımız– Albie'nin (Adam DiMarco) de bizi yarı yolda bırakması.
İkinci sezona gelen eleştirilerden en önemlisi sanırım ilki kadar karakterler arasındaki sınıfsal ayrımın çizilmiyor oluşu. Ben bu görüşe katılmayan ve ikinci sezonu daha politik bulan ekibin yanına eklemleniyorum.
İlk sezonda apaçık görebileceğimiz ayrımları ve bence neredeyse queer-feminist bir hattı, White ikinci sezonda daha pürüzsüz bir zemine yerleştiriyor. Belki önemsiz bir detay ama burada anti-woke'cuları tiye dahi alıyor.
Bunu şöyle yapıyor: Zenginlerin tüm umutsuz ve mutsuzluk anlarını seks işçisi bir kadının üzerine yüklüyor ve yeni karakterlerini bu masada açıyor. Zaten White Lotus her bölümde farklı bir karakterini bize açıyor ve garip bir şekilde Jennifer Coolidge dışında ana bir karakter vermiyor. Ki zaten Coolidge da hiçbir zaman ana karakter olmuyor.
White Lotus zenginlerin hayatını anlatır gibi yaparken aslında yoksulların hayatına dokunan ve onların umutsuzluklarına, öfkelerine odaklanan bir dizi. Bu yüzden de inanılmaz etkileyici. Yani çünkü, bazen sahiden onların yemek yemelerini izlerken gözlerini oyasınız gelmiyor mu?*
* White Lotus Hawaii'de çalışan otel görevlileri arasında geçen bir diyalogdan.
Ve bu muhteşem jenerikle, arrivederci!
(TY)