“Böylesi zamanlarda yaşamak zordur… İçimizdeki idealler, hayaller ve umutlar yaşamın acımasız gerçekleri yüzünden paramparça olur… Hayatımı kaos, acı çekme ve ölüm üzerine kurmam mümkün değil…Dünyanın yavaş yavaş vahşete büründüğünü görüyorum; bir gün bizi de yok edecek olan fırtınanın sesini duyuyorum; milyonlarca insanın acı çekişini hissediyorum…”
15 Temmuz 1944 tarihli bu cümleler bir çocuğun günlüğüne düşer savaş yıllarında… Hani “yazmak sabırdır” diyen Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ne (Arka Ev).
“Sana her şeyimi anlatacak kadar güvenebileceğimi umuyorum, hiç kimseye anlatamadığım kadar ve senin benim için büyük bir destek olacağını umuyorum…"
Anne, bunları 12 Haziran 1942 tarihinde doğum günü için kendisine verilen hatıra defterinin ilk sayfasına yazar.
On üçüncü doğum gününde kendisine bir hatıra defteri hediye edildiğinde bütün dünyanın onu bir gün okuyacağını, tanıyacağını nerden bilebilirdi ki… Tıpkı milyonlarca insanın acı çekişini o küçük yüreğinde bir gün hissedeceğini bilemediği gibi.
Ebedi çocuk olmak bu mudur yoksa?
Koşmadan neşeli, yürümeden, görmeden, bakmadan, dokunmadan, yemeden içmeden, sevip de sevilmeden, “bahar nerde?” diye ısınmak için yerinde zıplamadan yani yaşamadan.
Oysa, ölüm bir çocuğa en büyük haksızlık değil mi?
Nasıl ki yağmur sonrası çiçekler toprağın insana bir armağanıysa, çocuklar da hayatın insana armağanı… Ama aynı toprak küser de insana… Kendi bedenine yağmur suyu yerine çocuk kanı akıtılmışsa küser, kırılır herkese ve her şeye.
Siz de küsmez misiniz?
Şimdi, şu an koca zamanın bir anlığına hayatın size armağanı olan çocuklarınızın olmadığını hele bir düşünün… De hele bir düşünün bir anlığına onların o neşeli seslerinin olmadığını… Küsmez misiniz, herkese ve her şeye?
İşte çocuk kanı akıtılmışsa toprağa, çocuk sesi eksilmişse bir yerde ve her yerde biliniz ki o evlerde oturanlar küsmüşlerdir bize, size ve hepimize.
Çünkü üzerimizde kanı toprağa akıtılan çocukların bakışları vardır.
Bu ülkede kaç çocuğun öldürmeyi hep bilen devlet tarafından öldürüldüğünü biliyor muyuz sahi?
Kaç çocuğun daha üzerlerine güneş doğmadan o yoksul evlerinden çıkıp işçi çocuk olarak çalıştıklarını/çalıştırıldıklarını biliyor muyuz?
Kaç çocuk cezaevinde, kaç çocuk sokakta yaşıyor, kaç çocuk cinsel istismara uğruyor, kaç çocuk şiddet görüyor bizden, sizden ve hepimizden?
Ya, bir hava saldırısından, bir bombardımandan yani savaştan evlerini, barklarını, masallarını, hikâyelerini, oyun oynadıkları hayvanlarını bırakıp gelmiş çocuklara vapurda, otobüste, metrobüste, orada burada şurada hangi “bakış”larla baktığımızı biliyor muyuz?
Onlar bizim için çoğu zaman ve bazen, değişen profil resimlerimize ait bir fotoğraf, bize mi yoksa dokunduğumuz o telefon o bilgisayar tuşlarına mı (tıpkı bu cümlelerin bu tuşlarla yazılması gibi) ait olduğunu bilmediğimiz duyguların/düşüncelerin birkaç cümlesi olur sadece.
Sonra yine, o çocuklar öldürülür, işçi olarak çalışır, sokakta yaşar, cinsel istismara uğrar, hepimizden şiddet görür, savaştan kaçar ve gelip “bakış”larımıza takılır.
Her şeyini yitirebilir bir çocuk, ama düş gücünü yitirmez asla… Bir umut, en çok istenen bir dilek olur milyonlarca insanın acısının hissedildiği bir çocuğun yüreğinde.
“En çok istediğim, dileğim bir gazeteci olmak ve sonrasında tanınmış bir yazar olmak… Savaştan sonra ne olursa olsun adı Arka Ev olan bir kitabımın olmasını istiyorum…’
Anne Frank’ın en çok istediği dileği gerçekleşti, “mutlu çocuklar ülkesi” de gerçekleşecektir inanın çocuklar. (KT/HK)