*Görsel betimleme: Burgazada Rum Mezarlığı'nda çekilmiş fotoğrafta ön planda, siyah bir şemsiye tutan bir kişi, yeşillikler içinde bir mezarın önünde diz çökmüş halde duruyor. Mezar taşları beyaz mermerden yapılmış ve haç şeklinde olanlar dikkat çekiyor. Arka planda, deniz manzarası ve ufuk çizgisine doğru bir ada görülüyor.
Kadın olsun, erkek olsun, her yaştan sağlıklı insanın uzun mesafeleri yürüyerek rahatça katettiği, hatta adalarda cenaze merasimleri için yaz kış demeden yokuş yukarı omuzlarında tabut taşıyabildiği asırlar sanki geride kalmıştı.
Sınıf atlamayla da eşdeğer görülen konfor geniş kitlelere yayıldıkça bilhassa erkeklere has kas gücünün zayıfladığı, evrime paralel olarak vücut imkânlarının asgari seviyede kullanıldığı ileri teknoloji çağına nihayet girilmişti!
Yakınlarının toprağa veriliş ayinine katılmak isteyenler yürümeye uygun kış serinliğine rağmen Burgaz Adası’nın Hristos tepesindeki Hıristiyan mezarlığına ulaştırılmak üzere kamyona bindiriliyor, nispeten engebeli yolda mevsimlik işçiler misali sanki bir Emir Kusturitsa filmi klişesi canlandırılıyordu.
Engebeli toprak yolun sebep olduğu sallantıdan dolayı cenazeye katılanlar ancak kasaya tutunabiliyor, dolayısıyla birbirleriyle doğru dürüst konuşamıyor, genelde ağır ağır ilerleyen klasik cenaze kortejlerinde olduğu gibi, vefat edene dair anılar, hisler paylaşılamıyor, kadim matem gelenekleri ne yazık ki pek yerine getirilemiyordu.
İlerleyen zamanlarda koruma alanı Prens Adaları’nın daracık yüzölçümüne sahip ormanlarında toprak yollar ilgili makam temsilcileri tarafından genişletilip üzerine üçüncü sınıf asfalt dökülecek, hatta patikaları araçların geçebileceği genişlikte yollara devşirme faaliyetleri yürütülecekti.
Avrupa’nın herhangi bir taşra kentiyle bile kıyaslanamayacak azlıktaki yeşil alana sahip İstanbul’da, cenazelere katılanların yanında, tabiatla ve iyotla iç içe olmak için adaya gelenler estetik zavallılık timsali minibüslere sokuşturulacak ve çıkar amacıyla değerleri hoyratça çarçur eden yetkililer dünyada ender bulunan niteliklere sahip adaları fazlasıyla sıradan lunaparklara dönüştürecekti.
Bu şekilde, eskiden faytonculuk yaparken doğanın en çetin şartlarına göğüs gerebilenleri dahil yeni araçları sürenler lüks şartlarda mükemmel hizmet verebilecek, tabakhaneye bok yetiştirircesine aslında yaya yolu olarak öngörülmüş daracık sokaklarda hız yaparlarken adaların çekim alanı olmasını sağlayan özelliklerin hızla yok olmasına ister istemez alet olacaklardı.
Korkma!
Baltık bölgesindeki nezih diyarlardan Litvanya’da, teknolojinin sağladığı imkânlara tenezzül etmeyen mütevazı mezar kazıcıları ise cenaze ve mezarlık geleneklerini olduğu gibi muhafaza edip gelecek nesillere aktarmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Yaz kış demeden kazma kürek gibi ilkel sayılabilecek aletleriyle mezar kazarlarken genelde orta yaşlı olmalarına rağmen bu sayede sağlıklı fiziklerini ve güçlü kol kaslarını muhafaza edebiliyorlar. Mesleğe bir heves soyunan genç nesil temsilcilerinin kısa zamanda yılıp işi bırakmaları da enteresan bir detay.
2024 Litvanya yapımı 30 dakikalık Mezar kazıcıları (Kaprači/Gravediggers) adlı belgesel ölümün hepimizi eşitleyen ve alçak gönüllü olmamızı sağlayan niteliklerini hatırlatırken mezarcıların ağır mesleklerine gönülden bağlanabildiklerini bile ispatlıyor.
Gayet yoğun bir ormanlık bölgedeki mezarlıkta misafir edilirken yüksek nitelikli sinematografinin yanı sıra filmin yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde de adını gördüğümüz İvars Zviedris’in belgesele ciddi olduğu kadar mizahi unsurlar kattığına da memnuniyetle şahit oluyoruz. Edgar Allan Poe’yu anımsatan muhtelif detaylar seyirciyi korkutmaktan çok dantel gibi işlenmiş bir sanat eserinin zarif dokunuşları misali gülümsetip dozunda tatmin ediyor.
Aklıma Giovanni Scognamillo ile tanıştıktan seneler sonra evine ziyarete gittiğimde yanımda götürdüğüm bazı fotoğraf albümlerime tepkisi geliyor.
Babamın yaşıtı, Türkiye’nin nadide sinema tarihçisi asistanına dönüp: “Dememiş miydim sana bu çocukta iş var diye!” cümlesini sevinçle sarfetmişti.
Ayrı ayrı albümlerde Mecidiyeköy’deki Rum Ortodoks mezarlığı, Feriköy Latin Katolik mezarlığı ve Şişli Bulgar mezarlığında çektiklerim dışında Marmara Adası’nın eski mermer limanındaki küçücük de olsa muhteşem Osmanlı mezarlığının fotoğrafları yer alıyordu.
Herkesi ölüm bekliyor…
Zevkle kendini seyrettiren belgeselde bir mezarcı mesleğini açıkladığında genelde yeni tanıştığı bazı insanların “Korkunç bir şey!” gibi tepkiler verdiğini açıklıyor. Lakin daha yakından tanıştıklarında önyargılarına aykırı olarak bu mesleğin alt sınıf olarak kabul ettikleri insanlar tarafından icra edilmediğini idrak edebiliyorlarmış. Fakat gene de bu meslek erbaplarının dış dünyadan kopuk ve genelde yalnızlığı tercih eden insanlar olduğunu da sözlerine ekliyor.
Ölmeye yakın bazı insanların son yolculuklarında kullanılmak üzere, onlara toprağın altına girmesini sağlayacak mezar kazıcılarına eldivenlerini hediye ettiklerini de öğreniyoruz.
Dirayetle mesleğini sürdüren bir diğer mezarcı açık havada çalışmaktan dolayı ne kadar şanslı olduğunu ifade ediyor: “Bazı yaz sabahları burası bir park kadar güzel; etrafımda kuşlar ötüyor”. Genelde ölümle özdeşleştirilen ve filmde yönetmen tarafından layıkıyla kullanılan kargaları kastetmediği kesin! “Burası şahane, kendime işkolik desem yeridir…” Mezarlığın karla kaplı halleri de estetik açıdan muhakkak ki hayranlık uyandırıyor.
Bir diğer mezar kazıcısı okula devam edemediği için üzgün, dolayısıyla işini yaparken meraklı olduğu tarih hakkında yayınları cep telefonundan muntazaman dinliyor.
Cenaze töreninde bir rahip vefat edenin yakınlarını teselli etmek niyetiyle “ Ölüm günahların sonu” diyor. “Acı yok, üzüntü yok” diye devam ederken resmen “Ne ekersen onu biçersin” de diyor.
Gayet bakımlı ve temiz mezarların üzerlerinde “Huzur içinde uyu” gibi klasik ifadeler yer alıyor; bir de genelde siyah mermere, ölmüş kişinin mümkün olduğunca gerçekçi portresi işlenmiş oluyor.
İlgili makamların mezarlıkları ticari birer metaya dönüştürmediğini ve müteveffa ailelerine hürmette kusur etmediğini de rahatlıkla söyleyebiliriz.
Allah’ın sopası
“Ölümün ne zaman geleceği belli olmuyor” cümlesi genç yaşta kaybedilenlere atıfla sarf edilirken filmin sadece pozitif unsurlardan oluşturulmadığını belirtmekte de fayda var. Ağaçların yüksek dallarına konmuş kargalar çatlak sesleriyle ötüp aşağıdakileri adeta uyarırken gece vakti bir kandilin titrek ışığı da tüylerinizi diken diken edebilir.
İrkiltici Gotik detaylardan biri olarak, zifiri karanlıkta kupkuru dallar arasında beliren ve ilk anda ay olarak algılanabilecek, mütemadiyen yanıp sönmekte olan mezarlığın aydınlatma direği de layıkıyla kullanılmış. Mevzubahis aksaklığa sebep olan elektrik kontağının kulağı tırmalayan cızırtısı da cabası.
Mezarcılardan biri kısa süre önce gömülmüş birine yakın mesafede yeni bir mezar kazıldığında nahoş kokularla karşılaşabildiklerini bizimle paylaşacak kadar samimi.
Bir yakınlarının cenazesine katılan bir ailenin fertleri ise adet icabı müteveffanın yüzünü son kere görüp görmek istemediklerine dair sual sorulduğunda “Onu sağlıklı haliyle hatırlamak isteriz” cevabını verip teklifi nazikçe reddediyorlar.
Belgeselde teferruatıyla aktarılan bir diğer anekdot şüpheli bazı tiplerin mezarlıkta görülmesiyle alakalı. Müteveffanın ailesi tarafından mezarın yanıbaşına ekilmiş, yıllar boyunca ihtimamla büyütülmüş güzelim bir ağacı kesmek ve odununu yakmak üzere mezarlığa girmiş oldukları sonradan anlaşılıyor.
Tabii ki bizim coğrafyamızda İmroz (Gökçeada) Rum mezarlığı, Van’daki Ermeni mezarlığı, Adıyaman’daki Süryani mezarlığı, İstanbul Hasköy’deki Yahudi mezarlığı saldırıları gibi episotlar başka türlü bir zihniyetin dışavurumu sayılabilir.
Fakat hurafelere ve lanetlere pek inanıyormuş gibi durmayan eğitimli Litvanya halkından beklenmeyecek biçimde ağaç hırsızlığını yapan kişinin kardeşinin hadiseden on gün sonra bıçaklanarak öldürüldüğünü duyunca hepimizin mutlaka kale alması gereken tek bir ifade akla geliyor: “Allah’ın sopası”.
(RL/RT)
Yazının içinde yer alan fotoğraflar belegeselden alınmıştır.