Ekim geldi. Perdeler açılıyor. Yeni tiyatro sezonu başlarken eski günlere, Nesim Ovadya İzrail’in yardımı, yol göstermesiyle geçmişe, Darülbedayi’nin kurulduğu ilk yıllara, cumhuriyet öncesine göz atmaya ne dersiniz? Bu topraklarda batılı anlamda tiyatroyla tanışmamızı sağlayan en önemli isim Mardiros Mınakyan, İzrail’in son kitabının baş kahramanı.
İnşaat mühendisliğinden emekli olup yakın dönem tarih araştırmacılığına terfi eden ve bizi çok değerli insanlarla tanıştıran kitaplar yazan Nesim Ovadya İzrail, Şahinyanlar’la başladığı tiyatro tarihi araştırmalarını “Tanzimat, İstibdat ve Meşrutiyet Tiyatrosunda Mardiros Mınakyan -Türk Devlet Tiyatrosu Darülbedayi-” kitabı ile sürdürüyor. Tiyatroyla ya da tarihle ilgilenen herkesin kütüphanesinde olması gereken eser, Kor Kitap tarafından birkaç ay önce yayımlandı.
Halk arasında “Mınak Efendi”, kulislerde ve yakın arkadaşları tarafından “Müsü Mınak” olarak anılan Mardiros Mınakyan, geniş fesiyle, dizlerine kadar inen resmi redingotuyla, kolalanmış beyaz yakası ve fiyonk papyonuyla döneminin gerçek bir beyefendisi. Güllü Agop ve Mınakyan sahnesinin attığı temeller üzerine inşa edilen Darülbedayi, Osmanlı Ermeni tiyatrosunun devamı. Petit Champs diye bilinen sahneye Tepebaşı Dram Tiyatrosu denilmiş, Pera’dan Beyoğlu’na geçilmiş, 1914’te Ermeni aktörler, 1923 sonrası da Ermeni aktristler dışarıda bırakılarak kozmopolit bir tiyatrodan, tek kültürlü bir sahneye geçilmiş. Darülbedayi ise, güzellikler evi anlamına geliyor. Güzellikler evinin kurulmasında nice kalpler kırılmış, ne hikayeler yaşanmış. Satır aralarında sanat aşkıyla yanıp tutuşan, tiyatro sevdasından başka bir şey düşünmeyen hayatlar saklı. Güllü Agop’tan Veryant Tolayan’a, Serovpe Bengliyan’dan Binemeciyan’lara, isimler çok. Şemsettin Saminin büyük aşkı Mari Nıvart’ı, Krikor Zohrab’ın tiyatroculara desteklerini öğreniyoruz. Hepsi de anılmayı, övgüyü hakediyor.
“1850’lerden 1908’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda modern tiyatro, ağırlıklı olarak Osmanlı Ermenileri tarafından oynanmış ve yönetilmişti. II. Abdülhamit’in iktidarda olduğu dönemde, siyasi atmosfer son derece gergin hale gelmişti ve otuz iki yıllık otokritik yönetimi sırasında tiyatroyu canlı tutmak zordu. Bu yıllarda Mardiros Mınakyan modern tiyatro alanında, dönemin önde gelen isimlerinden biri oldu. Anayasanın ikinci kez yürürlüğe girmesinden sonra Mınakyan artık İstanbul’da tiyatronun bir numaralı ismiydi... Mınakyan’ın rolü sadece Türk tiyatrosunun varlığını istibdat koşullarına rağmen korumak değildi. Bu yıllar boyunca o bir bütün sanatçılar neslini yetiştirmişti. Bu nesil olmadan Osmanlı anayasası yıllarında milli Türk tiyatrosunu kurmak ve daha sonraki Cumhuriyet döneminde geliştirmeyi denemeye çalışmak imkansız olurdu...” (s.333)
Mınakyan Kumpanyası Türkçe gösterileriyle, hem İstanbul dışındaki şehir ve kasabalara tiyatro kültürünü götürür, tiyatroyu tanıtır, hem de uluslaşma, tek tipleşme sürecine dolaylı da olsa katkıda bulunur.
Mardiros Mınakyan’ın yanından ayırmadığı, yaşadığı yerde, tiyatro kulislerinde özenle koruduğu üç sandığı tıka basa tiyatro eserleriyle doludur. Birkaç dil bilen Mınakyan, Avrupadaki yayınları takip eder, ünlü yazarların oyunlarını Türkçeye, Ermeniceye çevirir. Ve öğrenci yetiştirir. Eğitimcidir. İzmir’e Edirne’ye turnelere çıkar, Mısır’a Kafkasya’ya gider. Bir ara Kayseri’de matematik öğretmenliği yapsa da, dönüp dolaşıp İstanbul’da Kadıköy’de yaşar.
İlk kez ona jübile yapılır. Altmış yılda önceleri genç aşık olarak, sonra yaşlı adam rollerinde yaklaşık üçyüz rol oynar. Devrin tabiriyle ‘hissi’ komedilerin yanı sıra, ekseriyetle ‘cinai melodramlar’ sahneler. Mınakyan’ın ekolü 19.yüzyılın 60-70’li yıllarında Paris’in bulvar tiyatrolarına benzetilir. Oyun stili tüm avantajları ve dezavantajlarıyla melodramın ‘son mohikanları’nın stilidir. (s.210)
Mınakyan’ın sohbetleri tiyatroyu merkez alır, Türkçe telaffuzları, dil sorunlarıyla devam eder. Anlattıklarını dinleyen birilerini bulduğu zaman kaçırmaz, sevdiği Rum meyhanelerinin kuytu köşelerinde, yarı karanlıkta, bir bardak rakı ve küçük bir piyaz tabağı eşliğinde uzun uzun konuşur. Sansür heyetleriyle mücadelesi, ekonomik zorluklar ayrı bahis, ama bütün kadronun, ramazan günlerinde yatılı okul havasında beraber yaşaması, günde birkaç oyunun sahnelenmesi 20.yüzyılın başında İstanbul’un tiyatro dünyasına dair şaşırtıcı ayrıntılardır. Tiyatrocuların en çok sevdiği aydır ramazan. Çok dilli, çok kültürlü bu ortamda kadınlar da tiyatroyu çok sever.
Mınakyan Kumpanyası, gündüz hanımlara, gece beylere mahsus temsiller verdiği gibi, bazen ‘umuma açık’ temsiller de verir. Erkek kadın ayrımı olmayan bu gösterilerde, kadınların oturdukları localar ‘kafes’ veya ‘paravan’ ile ayrılır, böylece kadın ve erkekler aynı anda oyunu seyredebilir.
Araştırmacı yazar Nesim Ovadya İzrail, Yervant Tolayan’ın anılarından yararlanarak bize o kadınları anlatır. Sahnedeki erkek oyuncuların seyircilere bakması yasaktır. Kadınlar süslü, işveli, heyecanlı, gizemli ve güzeldir. (s.198) Ayrıntıları kitaptan okuyabilirsiniz... Tavsiye ederim. (AB/AS)