Türkiye Komünist Partisi'nin kurucusu Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı 28-29 Ocak 1921'de Sürmene açıklarında bir takada kayıkçı kahyası Yahya ve adamları tarafından bıçak ve süngülerle delik deşip edilip Karadeniz'e atıldılar.
13 Şubat 1961'de Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. Zulüm dolu 40 yılın ardından sosyalist hareket bir kez daha küllerinden doğarken TİP binalarını Mustafa Kemal Atatürk'ün kalpaklı posterleri ve 1 Aralık 1921'de TBMM'de söylediği şu sözler süslüyordu: "Milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız..."
Yanılsama...
Arada kalan bütün bir tarihsel dönem sanki hiç yaşanmamış gibiydi. Sanki TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının boğazlanmalarından sadece bir hafta önce 22 Ocak 1921'de meclis kürsüsünden şunları söylememişti: "(...)İşte bu serseriler (...)Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar (...) kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova'daki prensip sahiplerine yaranmak için bir takım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır(...)Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır..."
Sanki Kemalist rejim kırk yıl boyunca Komünistleri baskı altında tutmamış; Sabahattin Ali ve adı bilinmeyen nicesi onlar tarafından yok edilmemiş, Nazım Hikmet, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve başkaları yıllar ve yıllar boyu hapiste tutulmamış, tek parti diktatörlüğünün işkencehaneleri komünistlerle dolup taşmamış; devletçilik burjuvazinin sermaye birikiminin aracı, işçileri amansızca sömürme düzeneği olarak iş görmemiş; köylüler büyük toprak sahiplerinin giderek artan sömürüsü ve zulmü altına girmemiş, Kürtler birçok kereler ezilmemişti...
Takvim sanki Anadolu'da iki gücün Komünistlerin ve Kemalistlerin her şeye muktedir ve yakın müttefik göründükleri 1921'de durmuştu... Sanki arada geçen her şey bir yanlış anlamadan ibaretti.
1921'in toplumsal/siyasal güç ilişkilerinin 1960'lara projeksiyonu ile elde edilen "yeni sosyalist strateji"nin meşruiyeti "II. Kuvayı Milliye" olarak adlandırılan çizgi üzerinde sağlanmaya çalışılırken eski siyasal denklemdeki İngiliz emperyalizminin yerini ABD emperyalizmi, Damat Ferit hükümetinin yerini AP hükümetleri, Kemalistlerin yerini neo-Kemalist radikaller aldı ve bir kere daha Kurtuluş Savaşı'nın Mustafa Kemal Paşa imgesi, burjuva diktatörlüğünün ebedi şefinin tarihsel gerçekliğinin yerine yerleşti. Ama siyasal sahnenin gerçek ilişkilerinin üzerini yalnızca yanılsama ürünü olabilecek böyle bir projeksiyondan elde edilmiş olan bu imgeyle örtmekte sosyalistler hiç değilse 1960'ların ilk yarısında yalnız başlarına değillerdi ve neredeyse saçmaymış gibi görünen bu imgelerle sürdürülen politika da nedensiz sayılmazdı.
27 Mayıs 1960 darbesi, DP iktidarı altında siyasal hayat üzerindeki eski nüfuzunu yitirmekte olan orduyu yeniden devletin ağırlık merkezi haline getirdiğinde onun kurtarıcılığına yüklenebilecek tarihsel anlam da gelecekten değil ancak geçmişten türetilebilirdi: Türkiye'nin Batı uygarlığı yolundaki ilerlemesini sağlayan bütün atılımlar ordudan gelmiş, Kurtuluş Savaşı'na ordu önderlik etmiş, modern Türk devletinin kuruluşu ordu tarafından sağlanmıştı. Öyleyse bir kere daha başlangıca dönülüp bakıldığında bulunacak kimlik, bu başarıların kendisinde cisimleştiği, ordunun ve devletin kurucusu Mustafa Kemal'den başkası olamazdı.
Devlet ve politika 1960'dan sonra yeniden şekillenirken bütün siyasal eğilimler Kurtuluş Savaşı'ndan ileriye doğru bir uzanım yakalayarak, Kemalizm'in bu yeni hegemonya anında kendilerine bir meşruiyet alanı kazanmaya çalıştılar.
Doğrusu, Mustafa Kemal de geride herkes için yeniden üretilebilir bir imge bırakmamış sayılmazdı: Askerlerin Mustafa Kemal'i zaten veriliydi, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk; sosyalistler, tarih bilincini yitirmiş oldukları ölçüde 1920-22 arasının Mustafa Kemal'inden Sovyetler Birliği'ne sempati uyandıran bolca görüntü ve söz derleyebilirlerdi; radikaller sert Cumhuriyetçi ve antiemperyalist retoriğe müracaat edebilir; faşistler, 1930'ların devlet-parti özdeşliğini yeniden kurgulayabilir; şeriatçılar Kurtuluş Savaşı'na din adamlarının desteği sağlanmaya çalışılırken kurulan ilişkileri devralabilir; liberaller serbest teşebbüs övgülerini, devletçiler altı oktan "devletçi" olanı kendilerine mal edebilirlerdi.
Ancak siyasal güçlerin gerçek toplumsal zeminlerine henüz oturmadığı bir tarihsel dönemde ve yalnızca ideolojik olarak üretilebilecek böyle bir görüntü-siyasetin, gerçek maddi güçler bir kere toplumsal mücadele arenasına çıktıklarında çok fazla dayanıklı olamayacağı kestirilebilir.
Pratik gerçeklikte varolmayan bir kişiliğin, aralarındaki çıkar ayrılıkları durmaksızın şiddetlenen toplumun bütün sınıf ve tabakalarının ortak paydası olarak bütün bu siyasetlere hayat vermesi de gerçekte çok sürmedi. 27 Mayıs 1960'ta yeniden dirilen Mustafa Kemal imgesi, 12 Mart 1971'de soldan aktif siyaset sahnesinin gerisine doğru itilirken Türkiye'de kurduğu devletin dölyatağı olduğu modern sınıflar arasındaki antagonizmin artık birbiriyle bağdaşamayacak ölçüde şiddetlenmekte olduğu da tarihen tescil ediliyordu.
Mustafa Kemal'in özgüllüğü
Bununla birlikte Mustafa Kemal imgesinin dönemsel soluklaşma ve parıldamalarıyla birlikte kendini sürdürmesine ve Mustafa Kemal'e atfedilen Atatürkçülük/Kemalizm'in 2000'lerde bir kez daha yükselerek "eleştiri ötesi" kılınmaya devam edilişine ve "II. Kuvayı Milliye" denkleminin bu kez "AKP merkezli" olarak yeniden kuruluşuna bakarak iki şeye hükmedilebilir: Birincisi, son elli yılda giderek şiddetlenmesine karşın Cumhuriyet Türkiyesi'nde kapitalizmin gelişmesi ve sınıf ayrışması ve ayrışmadan doğan fikir mücadeleleri görece ağır bir seyir izliyor. İkincisi, sınıflararası kutuplaşmanın ve gerilimin bu ağır seyrinin de elverişli kıldığı tarihsel arka plan üzerinde ordu ve bürokrasiye hâkim olabilen bir zihniyet bütün sınıflar karşısında siyasal olarak görece özerk bir konumu koruyabiliyor.
Mustafa Kemal Atatürk'ü herhangi bir Osmanlı paşasından fazla kılan en önemli özelliği, bu gelişme olanağını öngörebilmiş olmasında yatıyor. Onu özgül kılan, tarihsel seyrin her uğrağında o uğrağa uygun politikayı önceden sezecek bilgi ve zekâya, öte yandan bu zekâyı icraata dönüştürebilecek güç ve teşkilatı hep elde tutabilmek için gerekli kıvraklık ve basirete ve elbette mücadelenin dönüm noktalarında cesaret ve kararlılığa sahip olabilmesiydi.
Mustafa Kemal Osmanlı Devleti'nde bütün bu imkân ve niteliklerin içinde bir arada gelişebileceği biricik modern zemin olan ordunun Enver, Talat ve Cemal Paşalar'ın firarıyla boşalan önderliğine 1919'da fiilen tırmandı. Hiçbir zaman onlardan olmasa da, karşılarına da geçmediği İttihat ve Terakki'nin politik ilişki ağını devralarak ordunun tüm komuta kademesine nüfuz elde edebildi. Böylece askeri olarak yenilmiş Osmanlı ordusunun belkemiği, İttihat ve Terakki'nin siyasal aygıtı dolayımıyla, neredeyse hiçbir hasar görmeden Kurtuluş Savaşı'na sokulabilmişti.
Bu eşsiz konum Mustafa Kemal'e, bir yanda, artık iktidara sahip olmayan, işgalcilerin denetimi altındaki siyasal ve dini iktidar, yani Saray; öte yanda henüz iktidar olamayan ve mülkünü koruma endişesi içindeki Müslüman Türk ve Kürt eşraf ve toprak sahiplerine dayanan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri arasında durmaksızın manevra yapabileceği, nispeten özerk bir gücün, yani ordunun, üzerinde yükselerek uygulayacağı siyasal ve askeri kudreti sağladı.
1960'lardan bu yana Mustafa Kemal'in siyasal kimliği konusunda solda zaman zaman alevlenen çelişik yorumların bir ve belki en önde gelen kaynağı çelişen çıkarlar arasında salınan bu özerklik ve manevralarla birlikte dalgalanan söylem ve siyasetlerdi. Oysa Kurtuluş Savaşı'nın "Garp Cephesi Komutanı", ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu bakımdan pek çok solcudan daha netti. 1968'de Abdi İpekçi'yle yaptığı bir söyleşide Kurtuluş Savaşı'nı " esasen bir Ordu İhtilâli " olarak özetliyordu İnönü.
Komintern Yürütme Kurulu'nun 25 Eylül 1922'de yayınladığı bildiriye göre de "Türk hükümeti işçilerin ve köylülerin hükümeti değildir; subayların bir kesiminin hükümetidir, aydınların hükümetidir..."
Kemalizm/Sezarizm
1920-1922 arasında Anadolu'da yükselen devrimci durumun TBMM'ye yansıdığı dönemde başvurduğu retorikle yetinenlerse Mustafa Kemal ve Kemalist kadrolarda 1789 Fransız burjuva devriminin öncüsü Jakobenler ile benzerlikler bulurlar. Oysa sadece toplumsal dayanaklarının derin farklılığı nedeniyle bile Mustafa Kemal ve politikaları Jakoben önderlerin hiçbirininkine benzetilemez: Ne Robespierre, ne Danton, ne Marat...
Belki de Antonio Gramsci'nin "Sezarizm" olarak adlandırdığı kategori bu çelişik konumu anlamlandırılabilecek bir açıklama sunabilir. Çünkü Gramsci'nin tanımına göre Sezarizm"(...) içinde mücadele etmekte olan güçlerin yıkım halinde bulunduğu mücadelelerin devamı halinde sonuçta karşılıklı yok olmaktan kaçınamayacakları için iki tarafın da birbiriyle dengeye geldiği bir durumu dile getirir (...) (Sezarizm) her zaman aynı tarihsel anlama sahip olmaz. İlerici bir Sezarizm olabileceği gibi, gerici bir Sezarizm de olabilir(...) Başarı bazı karşılıklı ödün ve sınırlamalarla tadil edilmiş olsa da, karışımı ilerici gücün başarısına yardım ettiği takdirde Sezarizm ilericidir, gerici gücün başarısına yardımcı olduğu takdirde gericidir(...) Sezar ve I. Napoleon ilerici Sezarizmin, III. Napoleon ve Bismarck gerici Sezarizmin örnekleridir."
Mustafa Kemal'in de 1922'ye kadar Saray ile Kuvayı Milliye arasında hakem sıfatıyla manevralar yapıp, esas olarak Kuvayı Milliye'nin başarısına yardımcı olarak I. Napoleon rolünü; 1922'den sonraysa Kuvayı Seyyare ve TKP ile Kuvayı Milliye arasında hakem konumu üstlenip ezilen sınıfların örgütlerini tasfiye ederek halkı silahsızlandırırken III. Napoleon ya da Bismarck rolünü oynamış olduğunu söylemek mümkün.
Mustafa Kemal'in "deha"sı!
Tarihteki bütün burjuva devrimlerinde, eski rejim devrildikten sonra burjuvazi iki kanada ayrılır ve daha ilerici olan kanat devrimi bütün mantıksal sonuçlarına ulaştırmak üzere ikinci bir atılıma girişir ve mücadele ya eski rejimin toplumsal dayanaklarının bütünüyle tasfiye edilmesi ya da burjuvazinin en ilerici kolu tasfiye edilerek bir "restorasyon" sürecinin başlamasıyla sonuçlanırdı.
Mustafa Kemal'e özgün karakterini kazandıran ve belki de onu Türk milli burjuva devriminin "siyasal dehası" kılan şey tam bu anda, çağının bütün siyasal hareketlerinin bu iktidar imkânı bakımından ifade ettiği anlamı Kemalist kadro içinde herkesten daha iyi kavramasında ortaya çıkıyor.
Mustafa Kemal burjuvazinin işgal İstanbul'unda kalmış bulunan gerici, hilafetçi ve saltanatçı kanadının kendisine karşı herhangi bir seçenek oluşturamayacağının bilincindeydi. "Milli Devrim"i ileri itekleyebilecek tek sol kanat hareketinin Türkiye Komünist Partisi ve Yeşil Ordu 'dan gelebileceğini ve yoksulların Ekim Devrimi'nin de süre giden etkisiyle bu hareketler çevresinde toplanabileceğini görmüştü. Bu andan başlayarak bütün siyasal ve diplomatik maharetini, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkileri ve karşılıklı uluslararası çıkarları hayati bir tahribata uğratmaksızın komünist hareketi önce etkisizleştirmek, sonra yok etmekte kullandı.
Mustafa Kemal Osmanlı Sultanlığı'nın yıkıntıları içinden ulusal devletin doğuşuna öncülük ederken bir doğulu köylü halkı dünya kapitalizminin katarına -" garp medeniyeti"ne-bağlamakta olduğundan hiç bir zaman kuşku duymamıştı. Bu bağlanışın önünde engel olarak gördüğü güçleri ezmekten kaçınmadı.
Bugün, bu bağlanmanın tüm nesnel maddi sonuçlarının kapitalist küreselleşmenin istilası halinde devşirildiği bir anda, kurtuluşun Kemalizm'in parlak günlerine dönmekte olduğu yanılsamasını sürdürenler Mustafa Kemal'in 1920-22 arasındaki "emperyalizm"le savaş çağrısında bir esin kaynağı bulmayı umabilirler. Ama aynı ırmakta iki kere yıkanılamaz.
Türkiye boylu boyunca "garp medeniyeti"nin bağrındadır artık. Mustafa Kemal Atatürk'ün meşru mirasçısı 12 Eylül-28 Şubat askeri vesayet rejimiyle, İslamcı AKP hükümetini "Atatürkçülük" ortak paydası altında buluşturan "garp medeniyeti" nin çelişkilerinin çözülmesinin geriye dönük hiç bir alternatifi yok; daha doğrusu bu alternatif Mustafa Kemal'in Mustafa Suphi'yi bertaraf ettiğini sandığı yerde bulunabilir.(EK/EK)