Mustafa Hoca Türkiye’de üç darbeye de tanıklık etmiş, Maraş Katliamı’nı yaşamış; devrimci görüşleri sebebiyle türlü sıkıntılar çektiği ülkeyi 1980’li yılların kaotik ortamında terk ederek Fransa’ya yerleşmiş bir öğretmen.
‘’Ailem 1928 senesinde Afrin’den Türkiye’ye gelip yerleşir. Oradaki toplum hala Kürtçe konuşur. 1955’te bizim bölgeye ilk defa okul açıldı. Biz ilk öğrencileriydik. Çocuğuz daha, okul nedir, öğretmen kimdir bilmiyoruz. Ama duyduk ki mektep açılacakmış.
Bir gün kardeşimle traktörün üzerinde oynuyoruz. Baktık, uzaktan iki kişi geliyor. Birini tanıyoruz. Ali bizden bir kaç yaş büyük, hem Türkçe hem Kürtçe konuşan bir köydendir. Dolayısıyla iki dili biliyor. Yanındakini tanımıyoruz, öğretmenmiş. Öğretmen bir şeyler söylüyor ama biz anlamıyoruz. Ali orada öğretmene dedi ki ‘’Onlar Türkçe bilmiyorlar’’. Ali bize çevirmen oldu.
Hiç unutmuyorum orada öğretmen bize ‘’Siz burada okursanız büyük adam olacaksınız. Büyük adam olunca memur olacaksınız’’ dedi sonra elini kırmızı kravatına atarak ‘’Kravat bile takabileceksiniz’’ dedi.
Tabii, 7 yaşında çocuklar olarak kırmızı kravata imrenerek baktık. Ne olduğunu bilmiyorduk.
Okul açıldı, dersler başladı. Ama ben derslerde hep kravata bakıyordum. ‘’Ben bu kravata ne zaman sahip olurum’’ düşüncesiyle giriyorum derslere.
Okuldaki öğrencilerin yüzde 80’i Türkçe bilmiyorlardı. Okumayla birlikte yavaş yavaş Türkçe öğrenmeye de başladık. Tabii biz çok zorlanıyorduk, alıştığımız dil dışında başka bir dil öğreniyorduk. Derken aradan zaman geçti, ilkokul, orta okul derken biz Türkçe’yi öğrendik. Hem de güzel Türkçe konuşmaya başladık, özentili bir Türkçe konuşmaya çalışıyorduk. Yani İstanbulca! Çünkü bizim orada Antep / Maraş yöresinin şivesi vardır. Biz en güzel Türkçe’yi konuşmaya çalışıyorduk.
Orta okul, lise derken okuduk, gün geldi öğretmen olduk. Ama kravat hevesi bende genç yaşlarda kırılmaya başladı. Lisede okula girerken kontrol öncesi kravat takıyor, okula girdikten sonra çıkarıyordum. Öğretmen olduğumda da müfettiş geldiğinde kravat takıyordum sadece. Sıkıyönetim vardı, ne olur olmazdı...
Zamanla devrimci fikirlerimiz de şekillenmeye başlamıştı. 20’li yaşlarda artık Marx, Lenin okumaya başlamıştık. Bazı arkadaşlarımız tutuklandı o dönemde. Ben sıranın bana geleceğini biliyordum. 1981 senesinde Fransa’ya geldik.
Fransa’da birileriyle iletişime geçmek için arayış içerisine girdim. Duyduk ki Paris’te Afrin’den babamın kuzeni var. Düzenini kurmuş burada, belki bize yardımcı olabilir diye düşünerek onunla görüşmeye gittik. Ama kuzenim konuşuyor ben konuşuyorum birbirimizi anlamıyoruz. Çünkü kuzenim Kürtçe konuşuyor. Benim dilimi konuşuyor... Çocukken konuştuğum sonradan unuttuğum, unutturulan dilimi konuşuyor.
Kuzenim Türkçe’den Kürtçe’ye çeviri yapması için bir tercüman getirdi.
30 sene önce Kürtçe’den Türkçe’ye gerekli olan tercüman 30 sene sonra tersine, Türkçe’den Kürtçe’ye gerekli oldu. Bu da sistemin bizim hayatımızdaki en somut etkisidir.
Fransa’da yaşarken Fransızca ile birlikte anadilimi, Kürtçe’yi tekrar öğrenmeye başladım. Artık hem Türkçe hem Kürtçe’de okur yazarım. Dil sadece bütünleştirici değil aynı zamanda birleştiricidir de, ama kesinlikle ayrıştırıcı, ötekileştirici değildir. Bu topraklarda farklılıklarımızın asıl zenginliğimiz olduğunu fark edeceğimiz gün bir adım öteye gidebileceğiz.’’ (ST/EKN)
Projeye ait sosyal meyda hesabı: https://www.instagram.com/autruitr