*Fotoğraflar: AA.
Üzerinde yaşam tespit edilen yegâne gezegen olan Dünya 4.6 milyar yaşında.
Buna karşın dünya üzerinde hak sahibi olduğunu iddia eden ve yalnızca bulunduğu çevreyi değil gezegenin alt ve üst katmanlarını bile çıkarları doğrultusunda değiştirip dönüştürmeye başlayan insanın tarihi 2-3 milyon yıldan öteye gidemiyor.
Üstelik bu tarih insandan çok insansıların tarihi için geçerli. Yani eğer dünya tarihinde günümüz insanına daha yakın benzerlikte bir canlıyı yani Homo Sapiens'i ararsak geri gidebileceğimiz maksimum zaman 250-300 bin yıldan fazla değil.
Dünyayı diğer gezegenlerden farklı kılan yaşama baktığımızda, ilk yaşam örneklerinin yine insandan çok çok önce, yaklaşık 3.5 milyar yıl önce ortaya çıktığını görüyoruz.
Bu insanlığa unuttuğu ya da görmezden geldiği bir durumu hatırlatması bağlamında önemli bir işlev görebilir. Dünyayı farklı kılan insan değil, yaşamın olması ve insan da ancak bu yaşamın var olması sayesinde var olabildi.
Gezegen tarihinde insanın kapsadığı alanı daha iyi ifade etmek için şöyle bir metafor kullanmak mümkün. Gezegenin tarihini 24 saat olarak alırsan söz konusu ilk canlı formunun ortaya çıkması sabah saat 9 civarlarına tam saatle 09.04'de denk geliyor.
İlk bitki 18.40'ta ilk böcek 21.52'de ortaya çıkıyor. İlk insansı ise ancak ve ancak 23.59.12'de ortaya çıkıyor yani günün tamamlanmasına sadece 48 saniye kala.
Eğer Sapiens'e bakarsak kronometreyi çalıştırmaya devam etmemiz ve 23.59.57'de durdurmamız gerekiyor. İşte insanın dünya tarihi içinde kapladığı süre bu kadar: 3 saniye...
Beş büyük kitlesel yokoluş
Sibirya'daki yaygın volkanik aktivite,en büyük kitlesel yok oluşa, Son Permiyen'e neden oldu.*Discover Magazine.
Buna karşın dünya tarihi okumaları neredeyse istisnasız olarak ya insandan başlar ya da insanı merkeze alır. Başka bir değişle 24 saati esas alırken 3 saniye için 23 saat 59 dakika 57 saniyeye ya da 300 bin yıl için 4.6 milyar yıla önsöz muamelesi yapılıyor.
Oysa dediğimiz gibi dünyayı farklı kılan insan değil, yaşam ve yaşamın sürekliliğinden söz etmek mümkün olmakla beraber her zaman aynı zenginlikten söz etmek zor.
Gezegendeki yaşam üzerine yapılan araştırmalar, yaşamın neredeyse kesintiye uğrayacak kadar zarar gördüğü beş büyük kitlesel yokoluşun gerçekleştiğini ortaya koyuyor. Üstelik buna bölgesel yokoluşlar ya da türsel yokoluşlar dâhil bile değil.
Yani kitlesel yokoluşlarla bütün gezegeni etkileyen yokoluşlardan söz ediyoruz.
Sonuncusunu dinozorların yokoluşları ile hatırlayacağımız bu yokoluşların biyolojik çeşitliliği her defasında %70 ila %96 arasında yok ettiği bilimsel kanıtlarıyla ortaya konmuş durumda.
Başka bir değişle mevcut yaşamın %70 ila %96'sının yok olmasından söz ediyoruz.
Büyük Beşli de diyebileceğimiz bu yokoluşlarda gezegen adeta kendine reset atmış ve bozulan ekolojik dengeyi yeniden oluşturarak her defasında yeniden ve çoğunlukla daha zengin olarak uyanmıştır.
Gezegen edilgen değil etkin ve aktif
Tüm bunlara rağmen insanların, hepsi tarafından olmasa da bu duruma doğrudan etki edenlerin ve engelleyeceklerin, tarih boyunca doğayı edilgen bir yapıda tanımladıkları görülür.
Bu yaklaşımın iki önerme üzerinden şekillendiğini söylemek mümkün; ilki biz ne yaparsak yapalım doğa olduğu gibi kalacak.
Yani kendini yenilecek ve istediğimizde aldıklarımızı yine alabileceğimiz önermesidir.
Bu ifade doğanın taşıma kapasitesinin görmezden gelinmesi anlamına gelir, dolayısıyla doğru olamaz.
Bunun doğru olmadığı, madencilik ile içi boşaltılan toprağın çökmesi, baraj ve HES'lerle müdahale edilen nehirlerin kuruması, suyun kirlenmesi, her dikilen fidanın ağaç olmadığı gibi her ağaçlık alanın orman olmadığının anlaşılması gibi birçok örnek sonrasında ortaya çıktı.
Hem insanlık hem de doğa için pahalıya mal oldu ama çıktı.
İkinci önerme biz ne yaparsak yapalım doğanın bu şartları kabul edeceği, değişse bile en fazla ilk önermedeki gibi kendi içinde değişeceği ve tüm yapılanları sineye çekeceği yönünde. Bu önermeden halen vazgeçilmediği açık.
Oysa gezegen hiç de edilgen değil aksine insanın öngöremeyeceği kadar etkin ve aktif.
Son günlerde ortaya çıkan ve herkesi şaşkına çeviren deniz salyası (müsilaj) yayılması bu durumun sadece küçük bir örneği.
Mikro alglerin ve denizdeki mikroskobik bitkiciklerin bile yaşamlarını tehdit ettiğimizde sebep olacağı yıkımın ilk aşaması dahi insanları dehşete düşürdüğü gibi çözümün ne kadar uzun ve pahalı olabileceği birkaç gün içinde herkesin zihnine adeta kazındı.
Oysa alt yapı çalışmalarını erteleyenler ya da yapmayanlar, doğaya attığımız her şeyin biz görmediğimiz için yok olduğunu düşünler, sulak alanları havaalanları için kurutanlar, ormanların oteller için yakılmasına göz yumanlar, suyun metalaştırılmasını sağlayanlar, denizleri dolduranlar...
HES'lerle suyu borulara tıkayanlar; yol, kaldırım, park demeden her yerin asfaltlanarak toprakla suyun bağını koparanlar ama en önemlisi ve en önce çözülmesi gereken durum olan insan ve doğa arasındaki organik bağı kopararak insanı doğaya yabancılaştıranlar, düşmanlaştıranlar bu yaptıklarının bir karşılığı olmadığı ya da olmayacağı mı düşünüyorlardı?
Engels doğayla barışık bir yaşamda doğadan daha iyi bir dostun olmadığını söyler, biz ise doğaya düşmanca yaklaşımlarımızla doğadan daha acımasız bir düşman olamayacağını deneyimliyoruz.
Elbette bu herkesin suçu değil ve elbette daha fazla suçlanacak birileri her zaman olacaktır ama bu ancak hep beraber çözebileceğimiz ve/veya bunu talep edebileceğimiz bir durum. Toplumsal dayanışma ve toplumsal talep olmadıkça ve bu talebin merkezinde, hayatının her alanında adalet zorunluluğu, olmadıkça insanlar için yaşanabilir bir gezegenden söz etmek zor.
Apres moi le déluge!
İnsanlık için son aynı olabilir ama sorumluluğun aynı olduğunu kimse savunamaz, en azından adalet terazisi şaşmamış kimse savunamaz.
Bu yıkama giden yolda elde edilenlerin eşit dağılımından söz edilemiyorsa ortaya çıkan yükün eşit dağılımı da söz konusu olamaz. Yine de bu yıkıma sebep olanların sorumluluk almaları bir yana sorumluluk hissettikleri bile meçhul.
Marx, her borsa oyununda, fırtınanın er geç kopup her şeyin alt üst olacağını herkes bilir, ama gene de hepsi, kendisinin altın yağmuru ile küplerini doldurup onu sağlama aldıktan sonra, dünyanın kendinin değil, koşusunun başına yıkılacağını düşünür.
"Apres moi le déluge! (benden sonra tufan) her kapitalistin bütün kapitalist toplumların sloganıdır" der.
Onlar kendilerini gezegenin yegâne sahibi ve gezegenin tüm varlığı üzerinde söz sahibi görebilirler, bu onların öngörüsüzlüğü diyebiliriz. Ancak Covid-19 pandemisinde de görüldüğü gibi herkes bundan aynı şekilde etkilenmiyor.
Çünkü herkes (ada satın alanlardan tutun, ülke değiştirenlere, ilk aşıyı olanlardan tutun aşı olmak için uçaklarla turistik gezi yapanlara) aynı hareket kabiliyetine sahip değil.
Marx yukarıdaki pasajı şöyle tamamlar:
Demek ki, sermaye, toplumun koyduğu zorunluluklar olmaksızın işçinin sağlığına karşı da, yaşayacağı ömrün uzunluğuna karşı da vurdumduymazdır.
Gezegen yaşam pahasına rest çekti
Başa dönersek, gezegen ekolojik denge bozulduğunda yaşamın devamlılığı için birçok yaşam pahasına reset atmış ve yaşamı yeniden inşa etmiştir.
İnsanlığın daha önce buna denk gelmemiş olması şans mı tartışılır ama altıncı diyebileceğimiz yeni bir yokoluşla karşı karşı olduğumuz aşikar.
Ortada grisi giderek azalan siyah ve beyaz seçeneği kalıyor. Diğer yokoluşlardan farklı olarak ilk defa bir tür insanlık, sadece belirleyici değil aynı zamanda kendi sonuna da karar verecek.
Doğanın karar aşamasını beklediği düşünülmesin, seller, tsunamiler, depremler, hastalıklar... Doğa zaten ayakta. Bu kıyıma bir kıyam kaçınılmaz ve biz bir şey yapmaksak isyan uzak değil.
Ve doğa isyan ederse ortaya çıkacak tek şey: yeni bir denge. Bizimle olsun bizsiz mi?
(PT)