Hürriyet’in Suriyeli sığınmacıların sayısının bir milyon iki yüz bini bulduğunu ilan ettiği 11 Temmuz tarihli haberinde parkta bir bank üzerinde babasına sarılarak uyumaya çalışan dört yaşındaki Suriyeli mültecinin fotoğrafı “hayat yorgunu” alt yazısı ile veriliyordu.
Suriye’deki içsavaşta annesini kaybeden Hacer’in fotoğrafı, büyük kentlerde çıplak ayakları ve dağınık saçlarıyla avuç açan çocuklarınki kadar yürek burkucuydu elbette. Dört küçük çocuğuyla savaştan kaçan baba, bindikleri tekne sahil güvenlikçe durdurulunca çıktığı umut yolculuğundan geri çevrilmiş, en küçüğünü ve belki de en kıymetlisini koynuna aldığı çocukları ile birlikte bir bankın üzerinde uyumaya çalışıyordu.
Aynı fotoğraf başka gazetelerde de “minik Hacer’in dramı”, “yürek burkan hikayesi” başlıklarıyla yayınlandı. Hem bu fotoğrafın kullanıldığı haberlerde hem de takip eden günlerde yayınlanan haber ve okur yorumlarında kaçak göçmenlerin ölümle sonuçlanan umut yolculuğundan, Türkiye’deki mülteci sayısından, mülteci kamplarına harcanan paranın milyon dolarları bulduğundan, İstanbul’u ve büyük şehirleri Suriyeli mültecilerin işgal ettiğinden, mültecilerin parklarda dilendiğinden, hırsızlık ve gasp yaptığından, mülteci çocukların istismar edildiğinden, hastalık taşıdıklarından söz edildi.
Hürriyet’in Hacer’in masum uykusunun görüntüsüyle donattığı haberinin altbaşlıkları ve dili, Türkiye’de anaakım basının Suriyeli mültecilere yaklaşımının prototipi gibiydi. Fotoğrafın altında yer alan ilk başlık büyükşehirlerdeki “suç oranlarının artışına” işaret ediyordu. Suriyeliler metropollerde “kontrolsüz” yaşıyor; “ellerindeki paraları tükenen bazı Suriyelilerin, hırsızlık, dolandırıcılık ve yankesicilik gibi suçlara yönelerek kendi aralarında çeteler kurduğu” görülüyor; bu durum “güvenlik birimlerini endişelendiriyor”du.
Haber, kurduğu güvenlik dilini pekiştirecek biçimde, dilencilik yapan mülteciler için hiçbir yasal yaptırımın bulunmadığı, sınırdışı edilemedikleri saptamasıyla devam ediyordu. Aynı güvenlikçi dil, sokaklarda yaşayan yüzbinlerce mültecinin kamplara yerleşmemesini bir tercih olarak yorumlamaktan imtina etmemekteydi; bu “sorunlu Suriyeli mülteciler”in “kamplara yerleşmeyi kabul etmedikleri” saptamasıyla üst noktaya çıkarılan gerilimi sokakta yaşayan Suriyelilerin kayıt altına alınacağı, sınır kapılarına kurulacak parmak izi tanıma sistemi ile suç işleyenlerin ikinci kez gelmelerine izin verilmeyeceği müjdesi ile yatıştırmaktaydı.
Bu cümlelerin benzerleri anaakım basında daha önce de kullanılmıştı. Daha önce de kent yoksullarını hedef alan güvenlikçi söylemin yeni özneleri olarak Suriyeliler, bu sefer, basit bir yer kaydırmayla, büyük kentleri işgal ettiği, gettolar kurduğu, suça bulaştığı, mafyalaşıp çeteleştiği iddia edilen Kürtlerin yerini almıştı. Önceleri Kürtler, şimdi ise Suriyeliler, suç işlemediklerinde de düşük ücretlerle iş piyasasını işgal etmekle suçlanıyorlar; dahası dilencilik yaparak vicdanları sömürüyorlardı. Nasıl Kürtleri köylerini terk ederek büyük şehirlere sığınmaya zorlayan koşullar bu haberlerin güvenlikçi dilinin yükselttiği duvarların arasından sızamadıysa, nasıl Kürtler, birdenbire öylece büyük kentlere akın etmeye ve bu kentleri “kirletmeye” karar vermişlerse, Suriyeli mültecilerin de aynı şekilde İstanbul’u terk etmek istemedikleri için; kendilerine bahşedilen kamplara yerleşmeyi kabul etmedikleri ve hatta “tercih etmedikleri” için (bkz. 13 Temmuz tarihli Milliyet’in Suriyelilerle Köşe Kapmaca başlıklı ve Arif Balkan imzalı haberi) sokaklarda, çadırlarda, kentsel dönüşüm alanlarının yıkıntıları arasında yaşadıklarını öğreniyorduk. Bu, “Suriyelilerin tercihiydi”. Kendilerine lütfedilen kamplarda can güvenliklerinin olmadığı, kadınların tecavüz ve taciz tehdidi altında bulundukları yönündeki iddialara ise nadiren ya da resmi ağızlardan yapılan yalanlamalar eşliğinde yer veriliyordu.
Bu yüzden belki de Hürriyet, Hacer’in annesiz çıktığı umut yolculuğunun bir tercih olmadığını haykıran fotoğrafı, Suriyeli mültecilerin gerçeğinin birtakım sayılarla ifade bulabildiği ve böylesine güvenlikçi bir dilin kurulduğu metne iliştirerek yayınlayabilir ancak. Fotoğrafta, bütün o güvenlikçi dilin laf kalabalığına rağmen savaşın acımasızlığı, umutsuzluğu çarpmaktadır bakanların yüzüne.
Çocuklardan söz etmek, tehlikelidir. Gezi’nin ölü çocuklarından, vücutları bombalarla parçalara ayrılmış Kürt çocuklarından, Suriyeli öksüzlerden…
Bu yüzden hemen bir sorumlu aranır ve çocuklarına sahip çıkmayan, güvenlikleri için gerekli önlemleri almayan, onları böylesine tehlikeli yolculuklara sürükleyen, dilendirerek istismar eden ana-babalara ulaşılır kolaylıkla. Habertürk, 26 Mayıs tarihli “Bu Dileniş Çok Can Yakar” başlıklı haberinde ancak böyle bir habercilik anlayışının içinde konumlanarak aileleri tarafından duygu sömürüsü yapmak üzere sokaklarda dilendirilen Suriyeli çocukların can güvenliklerinin “risk altında” olduğundan söz edebilir.
Korku, tehdit algısı yaratan, yaratamadığında da sorunları bireysel tercihlere indirgeyerek ardında yatanı görünmez kılan bu sahte rasyonelleştirilmiş dilin bile kaçınamadığı, vicdanlarımızın yumuşak karnı, savaştan kaçan çocukların boynu bükük fotoğraflarıdır oysaki… (ÜD/HK)
* Doç. Dr. Ülkü Doğanay, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi