“Hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur, onu savunmak gerekir…” diyor Ahmet Murat Aytaç çok değil bir ay önce yayınlanan röportajında.
İşte bu yazı da –olabildiğince- duygudan arındırılmak, coşkuya kapılmayıp ve lirizmin tuzağına düşmemek iddiasında. Olanı olduğu gibi anlatmak, üstüne bir şey katmamak derdinde. Çünkü gün gibi ortada olan, bütün bu duygu patlamalarına, idealize söylemlere ya da mitlere muhtaç değildir halihazırda.
Siyaset başta olmak üzere hayatın her alanına akıldan çok duyguların yön verdiği; gerçeğin, olguların beş para etmediği, herhangi bir etki uyandırmadığı, haklılığın inançlardan kaynaklandığı bu post-truth çağında belki de en çok bunu protesto etmek için… Bu gün herhangi dönüştürücü bir gücü olmasa bile yine de gerçeğin yanında olmak için…
Bu yazının konusu iki güzel insan, kendilerine, isnat edilen herhangi bir -ist değil, kahramanlık iddiasında birer popülist hiç değil; duruşları, erdemleri ve ilkeleriyle Mülkiye sıralarından geçenlerin, öğretirken kalbine dokunmuş iki akademisyen sadece. Varsa bir iddiaları belki de sadece budur.
Yer: Duvarına asılı haritanın bile üzerinde sessiz politik çekişmelere sahne olduğu –önce Güneydoğusu yırtılarak ve sonra başkası tarafından Misak-ı Milli sınırlarına uygun bir şekilde yeniden çizilmek suretiyle- fakültenin 220 no’lu “Alsancak” sınıfı.
Zaman: El ayak çekilip otomatik teneffüs zillerinin sustuğu 17.30 suları.
Gün: Çarşamba.
Önden bir tepsi dolusu çay, arkasından sessiz sedasız Afrika ve Dünya Tarihini anlatmaya gelen Barış Ünlü…
Anlatılacak şey çok, okuma listesi kalabalık. Kimler yok ki? Eric Williams, Steve Biko, Frantz Fanon, C.L.R James ve daha nicesi. Hepsi özenle seçilmiş ama asla tek bir bakış açısı sunmayan kitaplar, makaleler. Türkiye’de herhangi bir kütüphanede bulunamayacak, listedeki bu kitapların önemli bir bölümünün Türkçe’ye çevrilmesini sağlamış bir kişi üstelik. Asla manipule etmeden, propaganda yapmadan sadece eleştirel bir bakış açısıyla önce köle ticareti için Afrika’ya, oradan kapitalizmin doğuşu için İngiltere’ye; oradan plantasyonlardaki şeker kamışı işçileri için Karayipler’e, ardından dünyanın ilk siyah köle devrimi için Haiti’ye –evet en çok Haiti’ye- oradan için Cezayir devrimine, takiben Amerika’ya, sonrasında, Mandela için, Steve Biko için Apartheit için Güney Afrika’ya gidiyor.
Ama öyle kuru kuru bir gitmek değil bu. Satır aralarını filmlere, dizilere, belgesellere verdiği referanslarla doldurup ufku iki katına çıkararak; “Ben konunun uzmanı değilim aslında ama…” diye başladığı cümlelerde, örneğin, Güney Afrika kabilelerini isim isim atlamadan sayıp, dinleyenleri şaşkına çevirerek; ve şüphesiz öğrencilere kendi fikirlerini sorup dersi tek yönlü bir bilgi aktarımı olmaktan çıkararak…
Ama yalnızca bu da değil. Barış Ünlü bundan da fazlası aslında: Fikrini paylaşarak derse katılan öğrenciye: “Evet senin cümlen daha güzel oldu” diyecek kadar hocalık egolarından sıyrılmış, on beş dakika aralıksız konuşabilen öğrenciyi bölmeden sonuna kadar dinleyecek kadar medeni, dersi yabancı uyruklular için hem Türkçe hem İngilizce anlatacak kadar düşünceli ve başarıyı takdir etmeden geçmeyen gerçek bir bilim insanı Barış Ünlü…
Ve ironiktir ki nesnellikten asla ödün vermeyen bu bilim insanı, yakasından bir türlü düşmeyenlerin ona reva gördüğü, kendisini en az yansıtan propagandacı sıfatına maruz bırakılıyor. Ama o, gerçeklerle alakası olmayan suçlamalarla itibarsızlaştırılmaya çalışıldığında, en az Sokrates’in savunması kadar etkili bir savunmayla bilim ve insanlık dersi vermekten yine de vazgeçmiyor.
------
Yer: Mülkiyeliler Birliği, üçüncü kat.
Gün: Cuma –bu günlerde çok da hayırlı olmayan.
Konum: Yüksel Caddesi – eylemi, protestosu eksik olmayan hani.
Bir masa etrafında soğuktan birbirine sokulmuş bir düzine insan, Mahir Çayan’ın delici bakışları altında; fonda sokaktaki mızıkacı çocuğun çaldığı Hasretinden Yandı Gönlüm şarkısı eşliğinde, dersi bir felsefe şölenine dönüştüren Ahmet Murat Aytaç’la İnsan Hakları Kuramı dersi.
Kuram eşittir felsefe, felsefe eşittir işkence değil ama. Tonu asla düşmeyen coşkun bir sesle, eksi bilmem kaç soğukta, enerjisi ve neşesi asla azalmadan, Locke, Hobbes, Rousseau, Kant, Wittgenstein’ın en anlaşılmaz teorilerini ince ince örüp büyük resme götürürken öğrenciyi, araya bu kallavi adamların hayatlarından magazinel anekdotları da serpiştirip dikkatleri en tepede tutmayı nasılsa başarıyor.
Ders kuram dersi olsa da hayatın en hareketli şekilde aktığı Yüksel Caddesi’nde yaşamsal pratiklerle destekleniyor fazlasıyla: Nuriye Gülmen kaybettiği işi için İnsan Hakları Anıtı önünde direnirken her gün; sendikalılar yürüyor; basın açıklamalarına basın açıklamaları eklenirken polisler saldırıyor, polisler saldırıyor ve polisler saldırıyor. Ama “hayır!” diyor Ahmet Murat Aytaç, “Aşağıda bunlar olup biterken burada oturup insan hakları konuşmak nonsense upon stilts* değildir! Jeremy Bentham öyle dese de, öyle değildir. Biz asla anlamsız bir iş yapmıyoruz!”.
Öğrenci bir insan. İnsan, haklarıyla insan. Öğrenci üşüyor. O zaman öğrenci hakkı bir insan hakkı deyip -yine önermelerden yola çıkıp bir hak kavramına ulaşarak- herkese sıcak şarap ısmarlayacak kadar hak savunucusu. İsteyene istediği dilde ödev yazmayı serbest bırakacak kadar özgürlükçü, fikir beyan edenleri düelloya davet edecek kadar şövalye ve öğrenciyle ilişkisini asla hiyerarşik bir düzlemde tanımlamayan bir eşitlikçi. Ama derdi her şeyden önce “insan” olan bir bilim ve düşünce adamı. Akademik çalışmalarını saha çalışmalarıyla anlamlandıran, insan haklarına adanmış bir ömür Ahmet Murat Aytaç…
Kurulmasına ve geliştirilmesine bin bir emek verdiği İnsan Hakları bölümüne Eylül ayında öğrenci alınmamasıyla başlayan bu sistematik kıyım, ardından üniversite bütçesinden tek kuruş para almadan çatısı altında, sayısız eğitim, hak ihlali raporu, konferans ve bilimsel çalışma yürüttüğü İnsan Hakları Merkezi’nin rektörlüğe bağlanıp işlevsiz hale getirilmeye çalışılmasıyla devam etti. Ve en sonunda da kendisi, 1989’dan beri emek verdiği Mülkiye’den bir KHK ile koparılıp atılmak istendi.
Bu iki güzel adam ve diğerleri, ihraç edildikleri 686 no’lu KHK’nın çok değil hemen ertesi gününde, cüppeleri kolluk kuvvetlerinin postalları altında ezilirken, kampüse alınmadılar. Biber gazı, plastik mermi ve hatta kaba kuvvet, onları uzak tutmanın yöntemleri olarak, AKP Türkiye’sinin ikonik resimleri arasına girebilecek birkaç düzine karesiyle tarihe kazındı bile.
Duruşlarının, vicdanlarının ve en çok da akademik varoluşlarının gereği olarak, barış isteyen bir bildiriye imza attıkları için hedef tahtasına oturtulan, saysız tehdit ve yıldırmalarla yıpratılan ve en sonunda da yuvalarından ve öğrencilerinden koparılmaya çalışılan bu güzel adamları “ihraç” etmek, savundukları değer ve gerçekleri ihraç etmek demek değil oysaki.
Son yedi aydan bu yana, KHK’larla yüzleri binleri yutarak beslenen bu kara deliğin içine topluca savrulmaya devam ederken biz; şaşkınlıkların ve öfkenin eşiği bu kadar yükselmiş ve Barış Ünlü’nün de dediği gibi “güç bu kadar artmış ve fakat itibarsızlaşmışken”, en az korku kadar bulaşıcı olan cesaretin bir kıvılcımla yeniden hayat bulmasını bekliyorum “iyimser olmayan bir umut”la…
Bu iki güzel adamı tanımış olmanın ayrıcalığı, mutluluğu ve onurunun yanında, onları henüz tanımamış olanlara üzüntüyle… (EA/BK)
* Boğaziçi öğrencilerinin pankartından alıntıdır.
** Jeremy Bentham’ın pozitivist hukuk bakış açısıyla insan haklarına yönelttiği “saçmalık” eleştirisi.