Son yılların fetihçi hamasi retoriği eşliğinde, “Yeni Osmanlıcılık” adı altında yürütülen politikalarla yeniden keşfine çıkılan Osmanlı İmparatorluğu, kendi gerçekliğinden kopuk bir şekilde bugünün siyasi projelerinin hizmetine koşulmuş durumda. Bu durumun itkisiyle sinema filmlerinden TV dizilerine kadar birçok kültürel ürünle, popüler bir ilginin de odağına oturtulan Osmanlı’ya ilişkin anlatı ise, bir yandan yeni bir “biz ve onlar” ikiliği üretmenin tarihsel meşrulaştırıcısı işlevini görüyor, öte yandan da ahlakçı, otoriter bir düzenin tesisini destekleyecek bir çerçeve oluşturuluyor. Tabii ki tarih, hoşa gitmeyecek her unsur halının altına süpürülerek ve amaca uygun sterilize edilerek, iktidarın yaratmayı amaç edindiği “yeni nesil”e övünülecek bir ata figürü sunuluyor.
Halının altına süpürülen bu “meselelerden” biri de imparatorluk yıkılıncaya kadar varlığını sürdüren kölelik kurumu ve çoğu yerde de kesişim halinde bulunduğu kadınların statüsü. Filmlerdeki o anlı şanlı akıncıların aynı zamanda savaş bölgelerinde esir aldıkları kadınları, esir pazarında satmaları, köleleştirilen o kadınların Şeyhülislam hanelerine bile cariye, yani “cinsel köle” olarak girmeleri gibi… Geniş ve genel anlamıyla bir kıyas tabii ki mümkün değil ama, akıncıların değil de Balkanlardaki bir Hıristiyan köylünün gözünden yaşadıklarına bakınca, akıncılarla, günümüzde Ezidi kadınları köleleştirenleri birbirinden ayırmak çok da mümkün olmayabilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kölelik ve Kadınlar
Neyse ki hem milliyetçi saplantılardan uzak, Türkiyeli ve dünyadan akademik tarihçiler bu konuları atlamıyor. ABD’nin Maryland Üniversitesi’nden tarih profesörü Madeline C. Zilfi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Ebru Kılıç’ın çevirisiyle çıkan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kölelik ve Kadınlar” adlı kitabında, Osmanlı toplumsal hiyerarşisinin en altındaki kadınları ve köleleri anlatıyor.
Yazar hem kölelik sistemini ve uğradığı değişimleri, nerelerde, ne şekilde, kimler eliyle köleleştirildiklerini, kimler tarafından hangi işlere sürüldüklerini ve sahiplerinin kölelerin üzerlerinde ne gibi “hakları” bulunduğunu inceliyor. Osmanlı’nın siyasi, idari, toplumsal ve hukuki açıdan yapılandırılmış hiyerarşik düzenini, hakimiyet sistemini ve bunların 18. ve 19. yüzyıllarda uğradıkları değişimi anlatarak konuya başlayan Zilfi, 1700-1842 yılları arasını, başkent İstanbul’u merkeze koyarak inceliyor.
Üstünler ve tabiler
Osmanlı’nın toplumsal düzeni ve tabiiyet ilişkileri ile buna dair, en azından egemenlerin zihin dünyasını açıklayan şu beş kutuplaşmaya kitapta yer veriliyor: 1- “Dar’ül Harp” denilen toprakların, Müslümanların hükmettiği “Dar’ül İslam” denilen topraklara; 2- Gayrimüslimlerin Müslümanlara; 3-Halk tabakasına denk gelen reayanın, sivil, dini ve askeri memurlardan oluşan yönetim düzenine; 4- Kölenin özgür insana ve 5- Kadınların erkeklere tabi olması…
Osmanlı kozmopolit ama…
Şimdilerde, kavram her ne kadar örtük bir “tahammülü” barındırsa da “hoşgörü” ile anılan ve muhafazakârlar dışındaki çevrelerde de “kozmopolitliğinden” övgüyle söz edilen Osmanlı toplumunda, evet gayrimüslimler kendi cemaatlerinin yönetiminde serbest bırakılıyordu ama sayılan bu tabiiyet ilişkilerine çizilen katı sınırlar ve ihlali durumunda da sert cezalar vardı.
Zilfi’nin tabiriyle söyleyecek olursak, “İstanbul kozmopolit bir kentti ama herkesi kaynaştıran bir yer değildi.”
Sarı çizme, ipek kumaş, ata binmek yasak
Mesela İstanbul’da etnisite ve mezhebe dayalı bir gettolaşma vardı, her bir cemaat, topluluk belirli mahallelerde oturuyordu. Mimari planda bile kentin en yüksek noktaları sultanların yaptırdığı camilerle donatılmıştı. Statü gösteren bütün mallar Müslüman yönetici sınıflara bölüştürülmüştü. Katı giyim kuşam kuralları vardı. Örneğin sarı çizme ve terlik yapımında kullanılan ince sarı deriyi dışarıda kullanma hakkı yalnızca Müslüman kadın ve erkeklere tanınmıştı. “Sarı çizmeli”nin önemli şahsiyet anlamına gelmesinin kökeni de buraya dayanıyor. Ayrıca 16. ve 17. yüzyıllarda nadir bulunan ve fiyatları yüksek olan ipek ve kadife brokarlar, satenler, karışık ipekler, “ince müslin”, “ermin”, samur ve siyah tilki kürkü imparatorluk otoritesini belirten kumaşlardı; kullanımları kati kurallara bağlıydı.
Kentte at sırtında gitmek Müslümanlara tanınan bir ayrıcalıktı, 17. yüzyılda bu kural biraz yumuşatılsa da donanmadan bir kaptana yeterince hızlı yol vermeyen gayrimüslim saray hekimi, öldüresiye dövülmüştü. Yahudi ve Hıristiyanların, Müslümanlar gibi giyinmesi yasaktı.
“Sultanın ve Allah’ın iradesi”: Sokakta şiddet
Madeline C. Zilfi’nin konu edindiği yüzyıllar, imparatorluğun artık uluslararası konumunun gerilediği ve devletin meşruiyet iddiasının temel dayanaklarının yeniden düzenlenmesinin zorunlu hale geldiği bir dönemdi. Reformların, toplumsal elitlerin çeşitli kesimlerinin ciddi direnişiyle karşılaştığı bu dönemde sözkonusu hiyerarşik toplumsal sınırlara ilişkin duyarlılık da artıyordu.
Yeniliklere, “ahlaksızlık” suçlamasıyla karşı çıkılınca da iktidarın ilk el attığı şey, kadınların giyim kuşamı oluyordu. Kıyafet, kumaş türlerine, modellerine, renklerine varana kadar idari düzenlemelerin konusu oluyordu. II. Mahmud ve III. Osman gibi reformcu padişahların kadınların kıyafetine ilişkin çıkardığı fermanlardan örnekler veren Zilfi, bu dönemde, eskiden para ve şiddetle cezalandırılan giyimle ilgili suçların artık ölüm ya da şehirden sürmeyle cezalandırıldığını belirtiyor ve öldürülen kadınların cesetlerinin Boğaz’ın sularına atıldığını aktarıyor. Ayrıca yalnızca memurlar değil, kendi ifadeleriyle “Allah’ın iradesini uygulayan” erkekler de sokaklarda kadınlara “yasaları uyguluyordu”: Sopayla dövmek!
Sultanın kadın nefreti
Bazı Osmanlı sultanlarının kadın nefreti, örneğin Sultan III. Osman’ın şehirde gezineceği günlerde kadınların sokaklarda dolaşmamasını emretmesiyle kendini gösteriyordu. Sultan’ın tamamen erkeklerden oluşan bir dünya hayalini şaşırtıcı bulmayan Madeline C. Zilfi, bunu da şöyle açıklıyor: “Şehzadelik hayatının elli yılı aşkın bir bölümünü, sarayın iç kısmındaki dairelerde neredeyse ev hapsinde geçirdiğinden, homososyal ya da homoseksüel zevklerine ağır gelecek kadar çok sayıda kadın görmüştü herhalde. Ama erkeklerin kadın kılığına girdiğini görmekten ya da böyle erkekler tarafından görülmekten pek rahatsızlık duymuyordu.”
“Osmanlı’nın başkentlerini ve anıtlarını da köleler inşa etti”
Kitabın temel konularından köleliğe gelince, köle kullanımının imparatorluğun yükselme döneminde başladığını ve imparatorluğun sonuna kadar da sürdüğünü anlatan Zilfi, Osmanlı’daki kölelik sisteminin özelliklerini ve Atlantik köle sisteminden farklarını da ortaya koyuyor.
Ve belirtiyor: “Tıpkı Amerika’da olduğu gibi Osmanlı Devleti de başkentlerini ve anıtlarını inşa etmek için köle emeği kullanmıştı.”
Osmanlı’daki köleliğin farklılıkları
Bunun “açık” bir kölelik sistemi olduğunu, yani kölelikten özgürlüğe geçişin ve toplumsal hiyerarşide yükselmenin de mümkün olduğunu, “biz ve onlar ikiliği” üzerine inşa edilmediğini, ırk ayrımcılığına dayanmadığı gibi özelliklerine işaret ediyor. Üstelik üst düzey birine yakınlık kölelerin “himaye görmesini” de sağlıyordu. Padişahın kulları arasından Sadrazamlığa yükselenler bile olmuştur ya da padişahların hasekileri ve valideliğine terfi eden kadınlar…
Ancak yazara göre bu, görünür bir azınlığın başarı hikayesidir. Zilfi, Osmanlı’daki kölelikte iyi bir yan bulmak amacıyla klasik dönemdeki bu sınırlı örneklere başvurmayı zorlama bir argüman olarak görüyor. Oysa sözü edilen bu “kul-harem eliti”nin dışındaki kölelere bakıldığında tablo bambaşka bir hal alır.
Köleliğin giderek kadınlaşması
İmparatorluğun ilk döneminde askeri köleler ağırlıkta olsa da Zilfi’nin araştırdığı dönemde Osmanlı’da kölelik, ağırlıklı olarak ev içi köleliğe evrilmişti ve kadın köleliğine dayanıyordu. Erkek askeri köleler, tarımsal köleler, hadımlar, her türden uşak gelip geçmişti ancak “hizmetçi ve cariye” olarak aynı durum kadın köleler için söz konusu değildi.
İstanbul’da kayıtlı 52 bin köle vardı
Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık’tan köle talebinin büyük çoğunluğunun yönetici sınıflara ait olduğu bilgisini aktaran Zilfi, bir başka kaynaktan 19. yüzyıl ortasında İstanbul’da kayıtlı köle sayısını 52 bin olduğunu ve bunların 47 bininin kadın olduğunu bildiriyor: “Ubici’nin tahminlerine göre neredeyse tamamı Müslüman olan köle sahipleri İstanbul’un Müslüman nüfusunun yüzde 12’sini oluşturuyordu.”
Peki bu zengin hanelerin sahibi resmi elitler kimlerdi: Üst düzey bürokratlar, askeri yetkililer, ulemanın önde gelen isimleri. Saraya ve bu elitlere özenen Müslüman ve gayrimüslim zengin orta sınıf aileler de köle sahipleri arasına katılmaya çalışıyordu.
Osmanlı’daki kölelik, aklamaya çalışanların anlattığı gibi mi?
Ev içi kölelik biçimlerinin özellikle üst sınıflarda nispeten yumuşak olmasının, Osmanlı’daki kölelikle ilgili popüler imgeyi sterilize ettiğine işaret eden Madeline Zilfi, bunun gerçekte böyle olmadığını da ifade ediyor. Çünkü en ölümcül işler bölgesel, dönemsel ve genellikle de gözden ırak bir niteliğe sahipti. Mesela Anadolu’da ve Sahra’da madencilik, Irak ve Kuzey Afrika’da su diplerinin taranması, Akdeniz’de kürek mahkumluğu bu tür göz önünde olmayan, kölelerin üstlendiği ölümcül işlerdi. Zilfi, “Osmanlı ve Osmanlı-Berberi kadırgalarındaki, korsan gemilerindeki muamelenin, buralarda ölenlerin, ölmeye yüz tutanların ve aç kalanların ev içi köle sahipleri ve sistemi aklamaya çalışanların görüş, hatta bilinç alanı dışında kaldığını hesaba katmalıdır” diyor.
İmparatorluğun “köle merakı” ve akıncılar
İmparatorlukta köle emeğine büyük bir merak vardı. Bunu dindiren de başta Yahya Kemal’in şiirlerinde “çocuklar gibi” şen olduğunu anlattığı ya da “Kara Murat” filmlerindeki akıncılardı. Yazarın aktardığına göre, esirleri yerel işbirlikçilerin gözetiminde hiç de kamusal adaba uygun olmayan bir “ayıklama teftişine” tabi tutuyorlardı. Savaş zamanı “ganimet” olarak görülen bu kölelerden bir kısmı da padişahın hakkı olarak ayrılıyordu.
Savaş dönemleri dışında da köle tacirleri, aşiret reisleri, bazen de köleleştirilenlerin yakınları yerel tedarikçilerdi. Zilfi’nin anlatımına göre, Osmanlılar, Kafkaslar’ın kuzeyini kölelik amacıyla sömürgeleştirmişti. Müslümanlar hukuken esir alınamıyordu ama bu kurala riayet edilmediğinin de bolca örneği vardı. İranlı Şiilerin durumu Osmanlı ile ilişkilere göre sürekli değişiyordu. Afrikalılar ise Müslüman olduklarına bakılmaksızın köleleştiriliyordu. Serbest kalırız umuduyla Müslüman olan kölelerin de hüsrana uğradığı çokça görülüyordu. Bu “hatalı” ya da “hukuk dışı” köleleştirmelere, Türk ve Kürt Osmanlı Müslümanlarının maruz kaldığı da vakiydi.
İmparatorlukta gayrimüslimlerin köle sahibi olmasına ise sınırlamalar getirilmişti. Çünkü Müslümanlar “üstündü” ve “bir müminin bir kafirin kölesi olması dini düzeni tersine çevirirdi”. Ancak 19. yüzyılda Mısır’da Yahudiler ve Hıristiyanların Müslüman köle ticareti yapmakta hayli serbest olduğu da söyleniyordu.
Sarayda da zengin hanelerde de darp, köleleri disiplin aracıydı
Köleleştirildikleri andan itibaren kaba kuvvete maruz kalan, çok az yiyecek, kirli su ve üstü başı açık bir şekilde esir pazarlarına nakledilen bu insanlar, yerleştirildikleri hanelerde de ağır şiddete maruz kalıyordu. Venedikli Ottaviano Bon’un 17. yüzyılın başında sarayın hareminde “davranışları kusurlu bulunan” kadınların denetçileri tarafından aşırı derecede dövüldüğüne, devşirilen oğlan çocuklarının da eğitimcilerinden benzer şekilde şiddet gördüğüne ilişkin gözlemlerine kitapta yer veriliyor. Zilfi, gözden ırak köle sahibi orta ve üst sınıf hanelerde de fiziksel şiddetin köleleri “disiplin aracı” olduğunu belirtiyor.
Akdeniz köle ticareti de Atlantik’teki kadar ölümcüldü
Üstelik Afrika’dan köle ticaretinin Akdeniz dünyasına yönelik rotası da yazarın son dönemin literatürüne dayanarak verdiği bilgilere göre, Atlantik rotası kadar ölümcüldü. Sahra-altından köleleştirilen insanlar, gördükleri zulüm ve hastalıklar sonucu yollarda ve rota üzerindeki konaklarda ölüyordu.
İstanbul’da köle ticaretinin merkezi: Esir Pazarı
Köle ticaretinin merkezi ise Abdülmecid’in 1846’daki fermanına kadar açık kalan başkentteki Esir Pazarı’ydı. Burası, Bab-ı Âli ve Topkapı Sarayı’na yürüme mesafesinde Nuruosmaniye Camisi ile aynı alanda, Kapalı Çarşı’dan birkaç kapı ötedeydi.
Madeline C. Zilfi, burayı ziyaret eden oryantalist seyyahların, denizcilerin hatıratlarından Esir Pazarı’ndan manzaraları da aktarıyor.
Esir Pazarı’ndaki teşhir edilme ve türlü aşağılamalar, kadın köleler bir eve yerleştirildiklerinde ya da özgürlüklerini kazandığında son buluyordu. Ancak yeniden satılmaları tehlikesi her zaman vardı. Nitekim 19. yüzyılda Esir Pazarı’nı gezen seyyahlar “ikinci el” diye satılan köle kadınların bulunduğuna da tanıklık etmişlerdi.
Yazar, Afrikalı kadınları zahmetli ev işlerinde çalıştırma yönündeki genel bir eğilime de işaret ediyor. Ayrıca, sarayda ve ona özenen üst sınıf hanelerinde haremin emniyetinin çocukken hadım edilerek Sudan’daki ailelerinden koparılmış siyah erkeklere, haremağalarına emanet olduğunu hatırlatıyor. Öte yandan Esir Pazarı’na Sahra-altı Afrika’dan getirilen kölelerin Avrupalı ve Kafkaslara göre daha ucuza satıldığını, bunun istisnasının, hadım erkekler ile Habeş kadınlar olduğunu ifade ediyor.
Köle kadının “bedensel iffet hakkı” yoktu
Evet, Osmanlı’da kölelik, özellikle 18. ve 19. Yüzyıl İstanbul’unda kadın köleliğine dayanıyordu yani daha ziyade ev içi kölelik. Ve bu durum da “efendi-köle” arasındaki cinsel ilişkiler boyutunu ortaya çıkarıyordu. Kölelerin hukuken, normalde özgür kadınlarla ilişkilendirilen “bedensel iffet hakları” yoktu ya da bu “bedensel iffetten” sorumlu tutulamazlardı.
Erkeğin cinsel serbestiyeti, kadının köleden hallice konumu
Boşanmanın yaygın olmadığı üst sınıf hanelerde cariye sahibi olmak “efendinin” (erkek), “başka yasal eş almaksızın” cinsel serbestiyetini mümkün kılıyordu. Fakat boşanmanın da Osmanlı toplumunda zor olduğu veya erkeğe ekonomik bir yük getirdiği sanılmasın. “Boş ol” deyip boşanabiliyor, sadece üç aylık nafaka ödüyorlardı. Yani yasal eşin, cariye karşısındaki hukuki ve toplumsal konumunun üstünlüğünü de abartmamak gerekir.
Oğlan çocuğu doğurmadığı için kadınları “kısır” diye tanımlayan eril Osmanlı geleneği, kaldı ki, babası ölen çocuklardan annesi sağ olsa bile kayıtlarda “yetim” diye söz ediyordu; erkeklerin çok eşliliğini çocuk sahibi olma ihtiyacıyla sınırlamıyordu. Osmanlı anlayışına göre “bir eşin çocuk doğurması, yoksa doğuracak kadınlara yer açması” gerekirdi ama erkeğin cinsel rahatlığı da köle bir cariye satın almakta en az bu kadar etkendi.
Çokeşliliğin sınıfsal karakteri
Burada yazarın dikkat çektiği bir noktaya işaret etmekte fayda var. Çok eşlilik de daha ziyade köle sahibi olma ayrıcalığına sahip üst sınıflara aitti. İmparatorluğun bütünü ağırlıklı olarak tekeşli bir nüfusu barındırıyordu. Çünkü insanların çoğunluğu açısından çocuksuz evlilikler çokeşlilikten ziyade boşanmayla son buluyordu.
Köle kadınlar, hafif ev işleri ve istifraş yani köle sahibinin “cinsel kullanımı” amacıyla “cariyeler” ve “odalıklar” olarak; ağır ve mahrem olmayan işlere bakan yaşlı köle kadınlar, “halayık” ve “molada” olarak ayrılıyordu. Ancak yazar bunun cinsel kaderi değil, pazardaki fiyatlandırmayı yansıttığını belirtiyor. Esir tellallarının “insan mallarını” ayırmakta kullandığı mesleki kategoriler ve fiyat aralıklarının alıcıyı istihdam kuralları konusunda bağlamadığını ifade eden Zilfi, “Odalıklar, dizleri üzerine çömelip yerleri fırçalamaktan hukuken korunmadıkları gibi, molalar da cinsel istismardan muaf tutulmuyordu” diyor.
“Sahibi, kadın köle üzerinde şeriatın tanıdığı haklara sahipti”
Yani “efendi”, mülkü olan kölenin bedeni üzerinde hem hukuka yani şeriata hem de toplumsal kabullere göre “cinsel haklara” sahipti. Yazara göre bunun şöyle de bir yönü vardı: “Genel kabul gören bilgilere göre köle kadınların toplumsal olarak yükselmesi cinselliğe bağlıydı. Kuramsal olarak kadın kölelerin çalıştığı yerlerde, cinsellikleri onların göze girmelerini, daha iyi muamele görmelerini sağlayabiliyordu.”
Peki ya erkek köleler?
Burada bir parantez açarak yazarın erkek kölelerin de efendilerinin cinsel arzularının nesnesi olduğu yönündeki anlatımlarından söz etmek gerekir: “Makam sahibi erkeklerin aşk nesnesi ya da avı olan genç erkekler, ayrıca işi uysal mürit rolünü oynamak olan gençler de cinselliğin araçsallığından bir köle kadın kadar haberdardılar. Homoseksüel ilişkiler ve karşılaşmaların Osmanlı toplumuna ne derece nüfuz ettiği bilinmiyor. Elitler arasında sübyancılığa dair birçok fıkranın ve anekdotun anlatıldığı dikkate alınırsa, belli ki bu tür ilişkiler yaygındı. 17. ve 18. Yüzyıllarda sultanların erkek gözdelere bağlılığı kadın eşler konusunda hevesli olmadıkları konusunda anlatılan çok sayıda hikâye vardır. Birkaç sultanın (en başta da I. Mahmud ve III. Osman’ın) çocuk yapmamış olmaları da bu hikayeleri destekler. Kentteki üst ve alt kesimlerin sürdüğü hayatın bir öğesi olarak genç oğlanların, köle ticaretinde, taşra haydutluğunda cinsel istismarı gayet iyi bilinmektedir. Karadaki seferlere ve donanmanın gemilerine eşlikçi olarak alınan genç oğlanların oynadığı muğlak rol de aynı derecede bilinen bir olguydu.”
Kadın köle çocuk doğurursa?
Cariyelerle girilen ilişkilere dönecek olursak, çocuk doğurması halinde ise babalık ve mirasla ilgili hukuki karmaşalar ortaya çıkabiliyordu. Zaten Zilfi’nin aktardığına göre de döneme ait çok sayıda fetvada bu konularla ilgili yorumlar bulunuyor. Evet hukuk erkek köle sahibinin, “cinsel yararlanma” hakkını destekliyordu. O hukukun dayanağı Kuran’da da “efendinin”, mutlak sahibi olduğu kadın kölelerde cinsel hakkı bulunduğu tanınıyordu.
Köle miras bırakılabilen bir “mülk”tü
Köle sahibi erkeğin, cariyesinden doğan çocuğun babası olduğunu kabul etmesi halinde, çocuk statüsünü babasından alıyor ve özgür oluyordu. İleride de mirastan varsa diğer kardeşleri gibi eşit pay alıyordu. Eğer çocuk köle sahibinden değil de bir başka erkektense bu durumda da çocuk statüsünü anneden alıyor ve köle oluyordu. Azat edilmedikçe de annesi gibi satılabilir, bir başkasına hediye edilebilir bir “mülk”e dönüşüyordu. Açılan davalarda babaların retlerinin ağır bastığını aktaran Madeline C. Zilfi, kölelerin çocuk doğurması sonucu ortaya çıkan mülk, miras, köle kadının ve çocuğun statüsü vb. konularla ilgili hükümleri içeren fetvaları da kitapta detaylıca inceliyor.
Fetvalarda yer aldığı şekliyle Osmanlı hukuk dilinde, efendisinden çocuk doğuran köle kadınlara “ümm-i veled” deniyordu. Ve bu statü, köle kadını yine de özgür bir kadınla aynı konuma koymuyordu. Bunu basitçe gündelik ilişkilerdeki davranış kodlarıyla ilgili bir şey sanmamalı. Daha ötesiydi. “Ümm-i veled” hâlâ efendisinin mülküydü; süt analık hakkından yararlanamıyor, özgür kadınlar gibi nafaka alamıyor, sahibi tarafından bir başkasıyla evlendirilebilerek çocuğundan uzaklaştırılabiliyordu. Bir “ümm-i veled” sahibinin evinde kalırsa da başlıca görevi, “çocuğuna analık etmek değil, efendisine kölelik etmekti”.
Totaliter eril iktidar ve “coitus interruptus”
Tabii bununla da sınırlı değil. Tarihçinin verdiği bir diğer örnek, kadına sadece doğurganlığı yönünden bir kıymet biçen ve bedeni üzerinde totaliter bir iktidarı ortaya koyan dine dayalı eril hukukun ne denli ayrıntılı olduğunu gösteriyor. “Coitus interruptus”, yani ilişki sırasında erkeğin geri çekilmesine dayanan gebelik önleme yöntemi. Şeriat, evli özgür bir kadına kocasıyla sadece cinsel tatmin yaşama değil, aynı zamanda “çocuk doğurma amacıyla cinsel ilişkide bulunma hakkı” da veriyordu ve bir erkek “coitus interruptus”u ancak kadının rızası olursa uygulayabiliyordu. Köle kadının ise böyle bir “hakkı” yoktu. Yazara göre, bunun şöyle bir önemi vardı, köle kadının “ümm-i veled” statüsü kazanma ve özgürleşme umutları en baştan suya düşebiliyordu.
Kölelerin azat edilmeleri
Köle bir mülk olduğu için alınıp satılabildiği gibi miras da bırakılabiliyordu. Efendinin azat etmeyi vadettiği kölelerin konumunun, sahibinin ölümünün ardından mirasçıların mülk kavgası nedeniyle tehlikeye girdiği örnekler de yok değildi. Kölelerin azat edilmesi için söz yeterliydi ama sözü verenin söz verdiğini kabul etmesi ya da tanık olması şartıyla. Boşanmayı erkeğin “boş ol” demesine bağlayan şeriat hukuku, kölenin azatlığı için de sözü yeterli sayıyordu. Bunun da bazen sarhoşken, kızgınlıkla ya da şaka niyetine söylenen bir sözle niyet edilmemiş azatlara yol açtığının örnekleri de kitapta yer alıyor.
“Cinselliği köleye değil sahibine aitti”
Köle kadınların “fuhuş amacıyla” kullanılması yasaktı ama kölelerin “cinsellikle” ilgili ret ya da başvuru hakkı yoktu. Çünkü o bir mülktü ve “cinselliği” ona değil, sahibine aitti. Zaten şeriat mahkemelerinin önüne de bu gibi konuları, “tecavüze uğrayıp bekaretleri bozulduğu için artık yüksek fiyattan satamayacağı” gerekçesiyle, saldırgandan tazminat talep eden köle sahipleri taşıyordu.
Osmanlı’da giderek kadınlarla sınırlı hale gelen köleliğin, imparatorlukta İngiliz nüfuzunun arttığı 1830’lardan itibaren kaldırılması yönünde baskılar oluştuğunu ve yönetici elitin buna yönelik geliştirdiği savunma mekanizmaları da kitapta anlatılıyor. En başta ulemanın karşı çıktığı köleliğin, kaldırılmadığı ancak Abdülmecid tarafından Afrika’dan köle ticaretinin yasaklanıp, Esir Pazarı’nın kapatıldığı fakat hem zengin hanelerdeki köle talebinin hem de köle arzının imparatorluk yıkılıncaya kadar sürdüğü detaylarıyla yer alıyor. Cariyelere valide sultanlık yolunun açık olduğu Osmanlı haremi içindeki çekişmeler de kitapta yer alan dikkat çekici bölümlerden: “Süleyman’ın eski gözdesi Mahidevran, Hürrem-Roxelana’yı alaya alırken kullandığı meşhur sözlerle, Hürrem’in müzayededen satın alınmasını küçümsüyordu. Mahidevran Hürrem’e ‘satılık et’ diyordu.” (SA/AS)
Künye
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kölelik ve Kadınlar (1700-1840)
Yazar: Madeline C. Zilfi
Çeviren: Ebru Kılıç
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018