7 Haziran 2015 sonrası AKP’nin tercih ettiği MHP ile işbirliği ülkeden olağan hukukun ve uygulamaların askıya alınması sürecini başlatmıştı. Suruç katliamı ile başlayan “olağandışılaşma” akabinde 10 Ekim, Antep gibi IŞİD katliamları ve devamında Kürt kentlerinde yıkımlar ile devam etti. Bu süreç binlerce yurttaşın yaşamını yitirmesine, yüz binlercesinin kentlerini terk etmesine neden oldu. Siyasal anlamda ise sandıkla seçilmiş yüzlerce seçilmiş sandık dışında bir seçenekle yani “KHK ile” görevinden alındı ve yerlerine yerelden değil merkezden atamalar yapıldı. Yıllarca merkezi yönetimin dezavantajları, idari vesayet rejiminin katılığının anti-demokratikliğini savunan “odaklar” bir anda en katı “hiyerarşik rejim savunucuları” oldular.
AKP-MHP blokunun 1 Kasım 2015 seçimleri sonrası somutlaşan “koalisyonu” ülkede olağan dışılaşmanın birçok uygulamasına imza attı. Bu süreçte en tipik olağan dışılaşma örneklerinden biri Bakanlar Kurulu üyesi olan bakanların ve milletvekillerinin Cizre’ye alınmaması olmuştu. Zaman içerisinde olağan dışılaşma her yere bulaştı. Öğretmenler bir mesajla ikinci bir emre kadar izinli sayıldı. İzinleri bittiğinde mahallelerine dönemediler. Döndüklerinde öğrencilerini ve okullarını bıraktıkları gibi bulamadılar. Cenazeler sokaklarda günlerce kaldı. Mezarlıklar tahrip edildi. 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe’de son buluşması yapılan barış sürecinin bittiğini ispatlamak için adeta bir “savaş süreci” başlatıldı. Suriye’deki gelişmeler bu “savaş sürecinin” boyutlarını yaygınlaştırdı. Yurtta kent yıkımları nedeniyle yerinden edilen yüzbinlere Suriye Savaşı nedeniyle göç edenler de dahil oldu.
İç güvenlik paketi tartışmaları ve OHAL ilan edilmemişken yaygınlaşan OHAL uygulamaları birçok olağan dışı uygulamaya hepimizi alıştırdı. Kanal baskınlarından gazetecilere yönelen tutuklamalar, yükselen sosyal medya soruşturmaları, barış imzacıları olan akademisyenlere yönelen saldırılar derken “Allah’ın lütfu” olarak ifade edilen 15 Temmuz Darbe “girişi” oldu. Bu girişin toplumsal olağandışılaşmaya “katkısı” formel OHAL oldu. Fiili olarak önceden askıya alınmış anayasanın bazı hükümleri 20 Temmuz 2016 ve 20 Temmuz 2018 tarihleri arasında formel olarak da askıya alındı. Bu süreçte “olağandışılaşmanın 50 tonu” denilebilecek siyasi, ekonomik, hukuki ve toplumsal her türlü kriz, bizzat iktidar koalisyonun marifetiyle bazen yasa kılığında bazen kanun hükmünde kararnamelerle inşa edildi.
OHAL ve KHK rejiminin toplumsal faturasını bir yazıya sığdırmak mümkün değil. Konu hakkında birçok ayrıntılı rapor yazıldı. İHOP’un OHAL Raporu’ndan, HDP’nin Kayyum Raporu’na kadar birçok raporda ifade edilen bu sürecin olağan hukuka aykırı sonuçları yaşandı.
16 Nisan 2017 referandumu ve 24 Haziran seçimleri sonucu temel hak ve hürriyetlerde yaşanan olağandışılaşmanın ötesinde bir durum Anayasa’da belirtilen “Cumhuriyetin Temel Organları’na” sıçradı. Yargı ihraç edilen yaklaşık 5 bin mensubu ve artan iş yükü nedeniyle olağandışılaşırken, yürütmede bakanlar kurulu ve başbakanlığı görev ve yetkilerinin cumhurbaşkanı “şahsında” birleştirilmesi dünyada örneği olmayan “olağandışı bir yürütme ortaya çıkardı.” En tipik olağandışılaşma ise yasama yetkisinin asliliği ve ilkelliği gereği olan durumların ortadan kalması nedeniyle TBMM’de gerçekleşti. Vekil dokunulmazlığı hakkında yapılan değişiklik, bütçe hakkının meclis denetiminden kısmen çıkarılması, gensorunun kaldırılması yasama yetkisinin daraltılması şeklinde yorumlanabilir. Birçok milletvekilinin soru önergelerinin yanıtsız ve muhatapsız bırakılması, milletvekillerine yönelen gözaltı, tutuklama ve fezleke tehdidi yasamayı kısıtlarken yürütmenin ise flulaşması olağandışılık olarak görülebilir.
An itibariyle Yürütme’de “seçimle gelmeyenlerin” çoğunluğuyla oluşan “karar almanın” kabinesi dışında yetkili kurullar, komiteler ve komisyonlar olması; “Devlet Teşkilatı Rehberi’nde” bir olağandışılaşmaya yol açıyor. Genelkurmay Başkanı’nın Savunma Bakanı olması gibi özel sektörden getirilen ve seçmenlerin daha önce görmediği ve şimdi de hatırlamakta güçlük çektiği bir kabine mevcut.
Ancak bu olağandışılaşmanın ayyuka çıktığı coğrafya, kayyum atanan kentler oldu. AKP’nin de dönem dönem eleştirdiği tek parti dönemi uygulaması olarak “Valilerin Parti İl Başkanı olarak tayin edilmesi” vakası devletin 1930’lu ve tozlu arşivlerinden hortlatıldı. MHP-AKP koalisyonu eliyle binlerce seçilmişe dayatıldı. Sandıktan oy alarak seçilmiş belediye başkanları, meclis üyeleri ve muhtarlar yerine göre bir telefonla yerine göre KHK’yle görevden alındı. Bu konuda partiye göre tarife uygulandı. DBP’li (HDP’li) belediyelerin 96’sına kayyum atadı. İlginç bir şekilde 2 yılı aşan kayyum uygulaması kapsamında 55 kayyumun yerine yeni kayyumlar atandı. Van Büyükşehir örneğindeki gibi bazı yerlerde 3. atama bile yapıldı. CHP’li Belediyelerde kayyum uygulaması yerine “içişleri bakanı marifetiyle” görevden uzaklaştırma ve görece kayyumdan daha “yumuşak” olağan dışı bir uygulama yapıldı. AKP’li İstanbul (K. Topbaş), Ankara (İ. M. Gökçek), Bursa (R. Altepe) ve Balıkesir (A. E. Uğur) gibi belediyelerde ise istifa ettirilme yöntemi uygulandı. Uzatmamak adına 2014 yılında halkın iradesi ile sandıklarda milyonlarca seçmenin verdiği karar dönem ortasında “bir merkezden” yok sayıldı.
Bitmeyen garipliklerin sonuncu örneği olarak 31 Mart seçimlerinde, sandığı köyünden başka köye taşınan muhtarlar verilebilir. Yerel seçimlerde, muhtarlık seçimleri birçok açıdan sorunlu hale getirildi. Sarayın bu olağandışı dönemde güttüğü muhtarlık siyaseti, muhtarları “partizan” bir konuma düşürdü. Tabi ki görevinden içişleri bakanı marifetiyle uzaklaştırılan “yüzlerce kayyum muhtar” sorununu da ortaya çıkaran bir dönem bitmiş oldu. Artık muhtarlar “AKP’nin muhtarları ve Nötrler” şeklinde iki gruba ayrılmış durumda.
31 Mart seçimlerinde 4 oy pusulasının tek zarfa girmesi nedeniyle muhtarlar ile siyasi partiler arasında bir gizli bir “paralellik ortaya çıkacaktır.” Akşam zarflar açıldığında muhtar pusulası ile hangi parti pusulalarının daha çok çıktığı da ortaya çıkacak. Olağan koşullarda siyasi partilerin adayı olmayan muhtarlar veya hiçbir muhtarı desteklemediğini deklare eden siyasi partiler arasında gölgeli bir işbirliği de açığa çıkacaktır. Aslında seçmenin hangi muhtarı ve partiyi desteklediği ortaya çıktı.
Bitirirken, partili vali, partili kaymakam oluyorsa muhtar neden olmasın denilebilir ve hatta bu konu sorunlu bir durum olarak görülmeyebilir. Ancak YSK’nin “sessiz kalarak geçiştirebileceğini düşündüğü bir sorun” seçim akşamı ülkenin gündemine düştü. Her seçimde ortaya çıkan sandık “çatışmalarının” daha az yaşanması için seçimden önce sandık başkanları ve sandık kurulu üyelerinin muhtarlık seçimleri için objektif davranmaları talimatı mutlaka veriliydi. Bir iki sorunlu duruma değinerek “can alıcı olabilecek” ikazı yapılmış olmalıydı. Olağandışılaşmaya muhtarlık “savaşlarının da” dahil olmaması isteniyorsa eğer;
Hangi partiden olduğuna bakılmaksızın öncelikle sandık kurulu üyesi olan muhtar adayları görevden el çektirilmeliydi. Muhtar adaylarının sandık kurulunda görevli olabilmesi diğer seçimlerde de (Belediye Başkanlığı ve Meclisler) tartışmalara yol açacaktır. Muhtarlık oylarının sayımının genelge ile sona bırakılması bu sorunun çözümü için yeterli olmadı. Çünkü zarflar açılırken zaten temayül ortaya çıkmıştı. Tek sandıklı mahallelerde muhtar ile parti örtüşecektir.
Köy dışından gelen sandık görevlileri ve “142 belgesi ile oy kullananların” muhtarlık için oy kullanımı engellenmeliydi. 24 Haziran seçimlerinde 142 belgesi ile oy kullanan görevli sayısının açıklanamaması ve bazı sandıklarda 80 görevlinin bile oy kullanabilmesi hala bir muamma olarak duruyor. Sandık ve seçmen sayısı belirli ise her sandıkta kaç görevlinin oy kullanacağı da kamuoyuna şeffaf bir şekilde duyurulmalı. Çünkü başta muhtarlık ve belediye meclisi seçimleri olmak üzere seçimlerde 1 oy bile sonuç değiştirmişti.
Güvenlik ve benzeri gerekçelerle taşınan sandıklarda muhtarlık seçimleri derhal iptal edilmeliydi veya yapılmamalıydı. Muhtarlık seçimlerine itirazlar yapılabilecektir. Çünkü köyde yerleşik seçmen sayısından çok daha fazla sayıda oy pusulasının sandıklardan çıkmasını önleyecek herhangi bir mekanizma öngörülmedi. Köyde güvenlik sağlanamamasının garabeti bir tarafa, bazı yerlerde seçmenlere taşıt imkanı sağlanmadan oy kullanmaya gitmelerinin talep edilmesi de başlı başına bir garabet.
Son olarak muhtarlık oy pusulalarının herhangi bir denetimle verilmemesi, mühür veya fligran ayırmayı gerektiriyor. Bu nedenlerle muhtarlık seçimleri ile yerel yönetim seçimlerinin birlikte yapılması aslında doğru ve güvenilir bir uygulama değil.
Yerel seçimlerin güvenliğini sağlayacak kişiler, seçimlerin güvenirliğine gölge düşürme potansiyeli taşıdıkları için sonuç ne olursa olsun birçok tartışmanın başlayacağı şimdiden öngörülebilir. Maalesef gerekli tedbirlerin alınmaması geri dönüşü mümkün olmayan durumlara da yol açabilir. Nasıl durumlar olduğuna dair önceki dönem muhtarlık “kavgaları” bir fikir vermişti. Ki o zaman muhtar maaşı asgari ücret değildi. Şimdi net olmamakla birlikte maaşın adaylıklarda bir patlamaya yol açtığı ve kavgaların daha çetin olacağı öngörülmeliydi. İşsizliğin yükseldiği, ekonomik krizin yaşamı durdurduğu yerde muhtarlık önemli bir konumdur.
Önceki olağandışılaşmalardaki deneyimler nedeniyle muhtarlık seçimleri üzerinden kötümserlikte şeytanın avukatlığını yapan bu uzun yazıya rağmen, 31 Mart seçimlerinin siyasi, ekonomik ve hukuki olarak krize girmiş bu olağandışı ülkeyi düzlüğe çıkarması “hayaliyle”… (SO/AS)