Taksim Meydanı ve çevresine dün bariyerler konuldu. İsa Terli / Anadolu Ajansı
İnsan, bir birey olarak kendi yalnızlığını sevebilir. Yalnızlığın derinliğine çekildikçe, kendini tanımaya, hayata daha ayrıntılı bakma şansını bile yakalayabilir.
Daha önce görmediğimiz ayrıntıları görüp, hissetmediğimiz duyguları hissedebilir, hayatın ayrıntıda olduğunu böylece hatırlayabiliriz.
İnsanız, duygu taşıyoruz, bazen duygusal yalnızlığın seline kapılıp oradan oraya yuvarlanıp gideriz.
Bazen bu yalnızlığın sevincini yaşarız, bazen derinden üzüntüsünü.
Yalnızlık bir duygu durumdur, bazen ateşlendirir, bazen de üşütür.
Ama toplumsal yalnızlık, bireyin yalnızlığına benzemez.
Orada işin içine devlet, iktidar, muhalefet ve bütün toplum giriyor. Kurumlar, kuruluşlar giriyor.
Çünkü toplumsal hayatımızı onlar belirliyor.
Eğer toplumsal huzurun ve toplumsal hayatta bir iyileşme yoksa bütün ülkeyi sırtında taşıyormuşsun gibi bir yalnızlık duygusuna kapılırsın.
Taşıdığınız yüke el atılsın istersiniz.
Çünkü bilirsin ki ya hep beraber iyileşeceğiz, ya da hep beraber bunun acısını, tasasını, yokunu, yoksulluğunu yaşayacağız.
Toplumsal yalnızlık bu anlamda kötü bir duygu durumudur.
Kulağınızı verip, gözünüzü diktiklerinizde çare göremedikçe, çaresizliğiniz çoğalır, yalnızlığınız derinleşir. İçine çekildikçe boğulduğunuzu hissedersiniz. Şimdi yaşadığımız, bize yaşatılan böyle bir duygu durumudur.
“Dünya bir ateş küredir, ilk halindedir/İkimizi başlatacak yağmuru yok göklerin/ Çıkıp gitti aşklarda tenhalığımdan/ Gözlerimin kalemini kırarak/ Adını yazan harfleri astı yargıçlar.
Peki, bu toplumsal yalnızlığı, nasıl fark ederiz? Bir birey yalnızlığından nasıl ayırırız?
Bir başına bir birey olsan, kendi öngörünle kendini tamamen kurtaramasan da, biraz olsun iyileştirebilirsin.
Çünkü tek başına kurtuluş yoktur!
Ancak toplumsal yalnızlık, böyle bir şey değil.
Orada bir bireyin, tek başına öngörüsü havada kalır. İçinden geçenleri, için için kendinle konuşursun.
Sanki elini, ayağını birileri bağlamış da, kış kıyamette, yedi çocukla kapının önüne atılmış gibi, bir çaresizlik duyarsın.
Orada ne sığınacak bir yeriniz var, ne çalacağınız bir kapı. Çaresiz ve gümansızsınız.
Sorun artık seninle başlayıp seninle bitmiyor.
Başka hayatlar var o yalnızlığın içinde.
Başka hayaller, başka düşler, başka yaşamlar var.
Gittikçe genişleyen ağız, seni toplum olarak yutmak isteyen, yalnızlığın ağzıdır.
Toplumsal etkileşim duygusunun yalnızlığının farklı olduğu, burada ortaya çıkar.
Ne kurtarılacak hayat bir hayattır, ne de bir insandır.
Toplumsal gelecektir, toplumsal kurtuluştur, toplumsal umuttur, ya da toplumsal yok oluştur, yıkımdır.
Yıllardır toplumsal yalnızlığımızdan hiç kurtulamadık.
Birçok bedel ödeyerek, birçok toplumsal kazanım, son yirmi yılda, elimizden uçup gitti.
Hangi dala el attıksak elimizde kaldı.
Ne toplumsal barışı sağlayabildik, ne içimiz dolusu sevinebildik.
Kaygılı ve hayal kırıklığı içinde çekildik kendimize.
Bir türlü oh diyemedik.
Ah ile vah, tenimiz olup yapıştı canımıza.
Bizimle kaldı…
“Acım vurmuş dilime dünya bilmez dilimi/ Çığlık çığlığa atsam kendimi sokak, cadde/ Dünya sakin dönüyor, insanlar öyle uzak/ Karartılan camlarla bakıyorlar yüzüme!/ Aklım kayıyor!”
Peki, neden toplumsal yalnızlık yaşıyoruz.
Nedir içimizde gittikçe büyüyen bu derin kuyu?
Hayal kırıklığımızın, kırgınlığımızın nedeni nedir?
Hatırlamak gerekiyor ki, her toplumun iki yüzü vardır. Üç demiyorum çünkü sağcılıkla, gericilik bitişik olarak, kaynaşmış durumdalar.
Adına ne dersek diyelim.
İster sağcı- diyelim, ister solcu diyelim.
İster ilerici ya da gerici diyelim.
Sağcı kendini kaç yüze bölerse bölsün, sağcı sağcıdır.
Sol kaç parçaya parçalanırsa parçalansın, solcu solcudur.
Biri ileriye koşmak istiyor.
Biri geriye koşmak istiyor.
İlericinin sözlük anlamı “İlericiği benimsemiş, düzen değişikliğinden yana olan” görüş.
Gericiliğin sözlük anlamı “toplumsal yaşamda çağdaş değerlere karşı çıkan, her yönüyle eskiyi özleyen, eski düzene dönülmesini isteyen ve bunu sağlamaya çalışan” görüş.
İlerici veya gerici, her ne isen onunla toprağını beslersin.
Çünkü beslendiği topraktır ona güç veren. Topluma da aynı gözle bakabiliriz.
Toplumunda iki yüzü vardır. Sağcı da, solcu da, ilerici, gerici de bu toplumun içinden beslenip çıkanlardır.
Burada, büyüklü, küçüklü, örgütlü güçleri bir tarafa bırakıyoruz.
Kim nasıl en uç noktaya, ya da en geri noktaya giderse gitsin, bir elden ayrılan parmaklar gibiler.
Tek elden ayrılıp kollara bölünmüşlerdir, her bölünen kendi yolunda akıyor gibi olsa da, bıçak kemiğe dayanınca, tek ele dönüp, tek yumruk olarak, tek hedefi, tek parmakla göstermek gibi, bir sorumlulukları her zaman vardır.
Olması gerekende budur. Öze dönüşü, kaçınılmaz tek yol olarak öne çıkarmak. Toplumları ayakta tutan umuttur. Tek elde toplanıp, tek yumruk olarak, tek parmakla gideceğin hedefi göstermek umudu, kazanabileceğinin müjdecisi gibidir.
Tek parmakla gösterilen tek hedef, toplumun içine, içten içe bir ferahlık üfler.
Ölü toprağı üzerinden kalkar gibi olur, harekete geçecekmiş gibi canlanır, diklenir.
Ama maalesef ki hiç arkası veya devamı gelmemiştir!
“Sadece bilip susmak onarmaz hiçbir şeyi!/ Soru sormak kurtarmaktır aslında!/D üşüşünüz düşürür mü düşleri?/ Sorgula yanılgını onar koptuğu yerden!/ Birincil görevimiz kurtarmaktır hayatı!”
Bizim, yani sol tarafın, gönül verdiğimiz, gönül koyduğumuz tarafın, böyle duyup, böyle bilip, böyle adlandırdığımız tarafın!
Yani gönlümüzden geçen, insana yakışan ne varsa, yaşama şansı bulabilmesi için, tebaa değil, yurttaş olduğumuzu, kul değil, birey olduğumuzu, hatırlayıp, hatırlatması, anlatması, sahiplenmesi için, dönüp yüzüne baktığımız taraf.
İyi ya da kötü, yeterli veya yetersiz, örgütlü yanımız. Sesimizin birleştikçe, gürleşeceğine inandığımız taraf.
İstesek de, istemesek de, sevsek de sevmesek de siyasettir hayatımızı belirleyen.
Kazandıran da odur, kaybettiren de.
Yüzün arkasında neler olduğu, kimin ne kadar sosyalist, kimin ne kadar demokrat, kimin ne kadar Kemalist olduğu, kimin ne kadar devrimci olduğu, toplumu çok fazla ilgilendirmez.
Toplum güvenip yanında yer aldıklarının, dara düştüğünde yanında olmasını ister.
Çünkü görevi budur, toplum ona bu görevi vermiştir.
Görevini hakkıyla yapsın ister.
İçlerinde ki, nahoş davrananları, muhalefet politikasına zarar verenleri, hizaya getirmek, ayıklamak, muhalefetin görevidir, toplumun değil.
Bizi ilgilendiren taraf muhalefetin, iktidarın bu ayrılıkçı, gerici, savaşçı, acımasız, kanunsuz, hileci siyaseti karşısında, nasıl bir siyaset ürettiği, bu çirkin siyasetin önünü nasıl keseceği, karşısına ne koyacağıdır.
Başarısının ya da başarısızlığının, dışarı yansıyan yanını görür toplum.
Toplumsal sorumluluğunu yerine getirip, getiremediğine bakar.
Vekil yapıp, sözcüsü seçtiği insanların, görevini yapıp yapmadığını gözler.
Yoksa neden böylesine çirkinleştirilmiş bir siyasetle, uğraşıp, zaman kaybedelim ki?
Hele de ülkede yaşanan siyasi tablo, en hafif sözcükle batağa dönüşmüşse?
Ama ne var ki, bu sömürücü siyaset mantığı, bir şekilde gelip evimize sızıyor?
Soframızdaki ekmeğe el uzatıyor.
Yatağımızı dikene, hayatımızı cehenneme çeviriyor.
İşimizden, özgürlüğümüzden, hayatımızdan, yaşam tarzımızdan ediyor.
Mecburuz “ne yapıyorsunuz?” diye sormaya.
Mecburuz “neler oluyor” diye, kafamızı, yüreğimizi yormaya.
Çocuklarımızı elimizden alıp, ölüme gönderen, bu siyasettir çünkü.
“Kalkıp sorsa ne dersiniz acaba?/ Yirmilik ölülerin içinden biri!/ Nedendir payımıza, vatan, bayrak aşkından/ Aşk değil, ekmek değil, ölmek düşüyor?/ Ne olur sorsa birisi?/ Görünce ölümüyle yükselen değerini!”
Peki, ne yapmak gerekiyor, bu açmazdan, bu zulümden, bu kanunsuz iktidardan kurtulmak için? Burada durup, muhalefet olmaktan bir türlü kurtulamayan, yıllar yıllardır aynı yerine çakılıp kalan, yine bu muhalefetin yüzüne bakmak zorundayız.
Toplum olarak ne kadar ektiğimizi biçiyor olsak da!
Tabi ki muhalefete, muhalefetin görevinin ne anlama geldiğini, anlatmaya kalkmayacağız.
Çok yer kaplar!
Ama şunu soracağız, bu ülkede değerli olan, anlamlı olan her şey elimizden alındı!
Toplum acı içinde kıvranıyor, insanlar çaresizlikten canına kıymaya başladı, bu günden yarına umutları yok!
Bu yıkımın karşısında, siz ne yapacaksınız?
Ne yaptığınızı öğrenebilir miyiz?
Çünkü bir şeyler yapılıyor gibi bir çaba göremiyoruz.
Toplumun üzerinde kurulan baskının, haksızlığın, adaletsizliğin üzerine, bir iki cümle kurup yerine oturmak, ne zamandan beri muhalefet sayılıyor?
Bir iki oy kapabilme uğruna, Kürt gerçeğinden kaçmak, sorunu görmezden gelmek, beni bir yerlerle ilişkilendirirler diye, iktidarın saldırgan politikasına el kaldırıp, onay vermek, sıkıştıkça iktidarın önünü açmak için mi, sizi vekilimiz yaptık?
Böyle yapınca Kürt halkı, gerçeklikten çıkıp sanala, bir hayale mi dönüşüyor?
Daha ne kadar bu görmeme, çözmeme, bu konuda çaba harcamama, oyununu oynayacaksınız?
Toplumsal kurtuluşun, Kürt gerçeğinde düğümlendiğini, hâlâ anlayamadınız mı?
Çomağı gören koyun gibi, sinerek, kaçarak, susarak politika yapılabilineceğine inanıyor musunuz?
Toplumu muhalefet bedbahttı yaptığınızın, size güvenen insanların kalbinin ne kadar kırıldığının, hayal kırıklığı yaşattığınızın farkında değil misiniz?
“Bu günlerden daha kötü günler gelecek” diye mi bekliyorsunuz?
Gırtlağımıza kadar ayrılıkçı, çatışmacı bir siyaset çıkmazıyla, kötülüğün ta dibine çekildiğimizi görmüyor musunuz?
“Boşuna mı verildi, verilen canlar/ Onca boradan geçilen yollar/ Boşuna mı, onca emek, onca söz/
Onca kitap, boşuna mı yazıldı/ Hileli, yalanlı savrulan yıllar/ Geçti mi rüzgârın esme zamanı?/ Gele gele geldiğimiz, yere bak/ Örümcekler krallığı cumhuriyeti!”
Arkasında örgütlü gücü olan bir muhalefet, koltuğuna yaslanarak muhalefet yapıyorsa, örgütlü gücünü, üyelik defterine dönüştürüp, rafa kaldırmışsa, pasif ve atıl duruma düşürmüşse, orada bir yanlışlık bir eksiklik vardır.
Savunacağınızın düşünüldüğü, savunacağınızı söylediğiniz, bütün değerler bu gün artık yok!
Neyimiz varsa, gözümüzün içine baka baka, elimizden aldılar.
Çırılçıplak bıraktılar toplumu.
Bir ülkeyi ülke yapan ne kaldı geriye?
Eğitim kaldı mı?
Ekonomi yolunda mı?
Çiftçi üretebiliyor mu?
Bu ülkenin doğası talan edilmedi mi?
Yargı caydırıcı güç olarak kullanılmıyor mu?
Adaletten, demokrasiden, bağımsız yargıdan söz edebilir miyiz?
Kırıntıda olsa, her neyse onu da, son yirmi yılda silip süpürmediler mi?
Seçimle alamadıklarını “kayyım” denen bir zorbalıkla geri alarak, irade gücünü hiçe saymadılar mı?
Kürtlere yapılan kayyum darbesinin, başka muhalefet belediyelerine de, yayılacağının işaretlerini görmüyor musunuz?
Görüp de sesinizi çıkarmıyorsanız, seçmen iradesinin, örgütlü gücün, ne anlamı var?
Ne tarih bıraktılar, ne su, ne orman!
Ülkeyi çöle dönüştürüp, yüreğimizi talan ettiler.
Suçluları dışarı salıp, suçsuzları içeri tıktıkları gerçeği karşısında, neden bu kadar isteksiz, pasif kaldığınızın nedenini sorabilir miyiz?
Çünkü birkaç vekilin dışında, samimi bir mücadele, canı gönülden bir direniş gösteren kimseyi göremiyoruz! Neden?
Toplumu ilgilendiren her konuda, pasif ve gönülsüz tutumunuz, toplum olarak kendimizi, yalnız hissetmemizin sebebidir.
Ne işe yarayacağını bilmiyoruz ama yine de söylemiş olalım!
“Bir Mayıs ölü çocuk/ Denizler balıkların gözyaşları olmasın”
Bugün 1 Mayıs. Bu seferde “korona” bahane edilerek, işçiye, emekçiye, haklarını yüksek sesle talep etme yolları kapatıldı. Her zamanki gibi, Taksim 1 Mayıs Alanı, devlet tarafından bariyerlerle çevrilerek, kuşatma altına alındı. Muhalefet ve sendikalar “hünkârım bilir” havası içinde, öncülük etmeyi bir tarafa bırakın, talepleri dile getirecek bir öneri bile hazırlamadılar.
İşsizlik yedi milyona ulaşmış, ülke nüfusunun yüzde kırkı, yoksulluk sınırının altında yaşıyor, dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı yedi bin TL’nin üstüne çıkmış ama belli ki, muhalefet siyaset yapacak konu bulamıyor!
Belki de, siyaset malzemesi yapacak değerde görmüyor. Hal böyle olunca ne oluyormuş? Ülke gelirinin yüzde 54’ü “yüksek” tabakaya gidiyormuş!
Geri kalan kırıntılarla, işçiler, işsizler, kadınlar, yoksullar, açlar, yani toplum olarak bizler, büyük bir yalnızlık içinde, inimize çekilip, bir şekilde idare ediyoruz işte! Önemli olan ülkenin bekası değil mi?
Can buruna gelince de, Ahmet Karakeçi’li gibi, bir üst geçişe giderek, ilmeği boğazımıza geçiveririz?
Hatta bir not bırakırız!
Lütfen suçu korana virüse atmayınız!
“Sahipsizlik, çaresizlik, umutsuzluk öldürdü” (SA/DB)
Not: Bölüm aralarında kullanılan şiirler Suna Aras’a aittir.