AKP veya muhafazakar liberalizmi/ demokrasiyi “takdir” ve “tekdir” etme artık çok ilginç boyutlara ulaşmıştır. Bu yazıya bir kaç uyarıdan sonra başlamak istiyorum. Öncelikle bu yazı provokasyon amaçlı yazılmış değildir. Açıktır ki dünya tarihi ve her tür kavramlaştırma çabası kamusal olarak tartışılabilirdir. Bu ilkesellik, bu yazının yazarı için hareket noktasıdır. İkinci hareket noktası ise, Baskın Oran ve onun izleyicilerine kısa, orta ve uzun vadede siyaseten yapılan muhafazakar liberal/ demokrasi atılımlarının aynı zamanda ekonomi-politik ya da tercih ederseler ideolojik düzeylerini hatırlatmayı amaç edinmektedir.
Mağduriyet ve şefkat uğraklarının “propaganda”sı
Turgut Özal hem muhafazakar hem de liberal olduğunu söylerdi. Mealen, “muhafazakarım çünkü geleneklere bağlıyım, liberalim çünkü ekonomi bunu gerektiriyor” derdi.
Recep T. Erdoğan kendi siyasi yaklaşımın köklerini Adnan Menderes’te ve Özal’da vücut bulan bir politika olarak belirledi. Yetmedi, AKP’nin siyasal bildirgesini muhafazakar-demokratik tahayyül olarak tespit etti. Doğal olarak bu onun, Türkiye’de pek sevilmiş ve sevilecek olan orta yolculuk sağ siyasetinin damarına, makas değiştirerek geçmesini kolaylaştırdı. Böylece üzerindeki “milli görüş gömleğinin” organik militanlığını geride bıraktı. Erdoğan’ın bu hızlı değişiminin pürüzsüz bir şekilde ortaya çıkması, iktidarını inşa etmek için Amerika’dan taa Siirt’e, Fethullah Gülen’den kaba Makyavelist momente kadar bütün pragmatik unsurları cebine indirmesini sağladı. Zorla değil, müzakereli birlikte olma koşullarından hareketle bunu yaptı. Elbette burada bu yolculuğu konuşmak için uygun bir platforma sahip değiliz. Dolayısıyla bir takım anımsa(t)malarla yetinmek zorundayız.
Muhafazakar liberalizmin/ demokrasinin iktidara gelmesi her zaman ülke için tarih yazımı açısından dallı budaklı tartışmalara yol açmıştır. Nedeni ortaya çıkan dilin gerçeklikle olan bağının tesis edilemeden kalmasıdır. Yani sorun hiçbir zaman bu çevrelerin iktidar olmalarından kaynaklanmaz, onu yaşama geçirme biçimleri ile konjonktürü kullanırken kaybetmedikleri iki uğraktan doğar: “mağdur”uz ve halka rağmen iktidar olanların “şefkat”i üzerimizde değil. Bir başka ifadeyle iktidarları için, Machiavelli’nin deyimi ile, peygamberlerin bilmediği başka bir siyaset aletini ellerinden hiçbir şekilde bırakmazlar: mağduriyet ve şefkat uğraklarının “propaganda”sı.
Muhafazakar liberalizm/demokrasi düzeyi
Şimdi muhafazakar liberalizm/ demokrasi ifadesine geri dönüp, bu momentlerin kavranma ve kavratılış düzeylerini anlayalım. Sonra da “takdir ve tekdir" mevzularına gelelim. Daryush Shayegan Yaralı Bilinç kitabında ne yardan ne serden geçemeyen birilerinin hikayesini anlatıyor: İran’ın modernleşme süreci ve devrim. Bu hikayeler batı modernliği/ kapitalizmi ile geleneksel yaşantının kaynaştırılması ile ilgili sorunsallara parmak basıyor. İranlı yazar İran İslam Devrimi sonrası Almanya’da kaleme aldığı bu çalışmasında “kültürel bilinçaltındaki şizofreni”nin referanslarını ve boyutlarını sorguluyor.
Onun söylemini somutlamak için bir örnek vereyim: Bir Uzakdoğulu yaşlı çiftçi tarlası için kuyudan su çekmektedir. Bir genç, modern tarım ve teknolojiyi bilen bir genç yaşlı adama seslenir ve tarlasını sulamasının, ekip-biçmesinin daha kolay yollarını anlatır. Yaşlı çiftçi anlatılanları uzun süre düşündükten sonra, anlatılanlar onu ikna etse de, gencin önerilerini nazikçe reddeder. Çünkü yaşlı çiftçi için toprağa değen modern el yani teknoloji, aynı zamanda geleneği baştan sona değiştirecektir. Düşünün bizdeki konuşmaları, son Almanya gezisinde Erdoğan ne diyordu: Batının teknolojisini alın ama kültürünüzü kaybetmeden "Alman toplumuna entegre olun. İnanılmaz bir durum. Bu durumu açıklamak için halk (Erdoğan’ın halkı) şöyle der: Bu ne perhiz ne lahana turşusu". Modernleşme/ kapitalizm bir kere toplumsal norm haline gelmeye başladıktan sonra her şey ona göre tanzim edilir, bu maalesef tarihsel bir olgudur, elini veren kolunu değil, geleceğini bile kaybeder. Bakınız: AIG sigorta şirketinin son durumunun mağdurları kimdir sorusuna. İnsanlar bu tür bir deneyimde çoğu kez, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olurlar, çünkü yeni gelen toplumsal güç ve ilişkilerin sesi eski toplumsal ilişkilerden göreli olarak daha özgürlükçü havadadır. Doğrudur da. Fakat hikaye sanıldığı gibi sürmez. El kaptırıldı denirken gelecek gider.
Yaşlı çiftçi muhafaza etmeye çalıştığı ilişkiyi kaybeder ve kaybedeceğini tahmin ettiği için tarih onu doğrular, koskoca Başbakanı değil, onu ancak komik kılar. Yani kazanan modernleşme/ kapitalizm olur ve olacaktır da. Muhafazakar liberalizm/ demokrasi söylemi bu açıdan “saçma bir kavramsal çıkarım”dır.
Çünkü modern/ kapitalist politik kavrayış olarak liberalizm, muhafazakarlığın hiç bir eklektik/ gizli saklı/ korunaklı yaşam alanına izin vermez. Kyoto protokolu havayı, Su Konferansları suyu, çitleme marifetleri toprağı, toplumsal fabrikalar beden-güçlerini işgal eder. Liberalizmin bu açıdan sol ya da demokratik niteliği de yoktur. Ama konumuz muhafazakar liberalizm/ demokrasi düzeyi.
Oran genel olarak ne diyor: AKP insan haklarının değişik temaları konusunda önemli işler yapmıştır. Yani bardağın dolu yanları vardır. Utanmadan, sıkılmadan bu durumu itiraf edersek, gerçek eleştiri noktalarını görürüz, diyor.
Nedir o, (örneğin) içki satışı mevzusu. Mükemmel örnek. Bu tıpkı kuvvetler ayrılığını savunan, demokrasi havarisi, 18. yüzyıl Birleşik Krallığı’nın önemli siyaset felsefecilerinden John Locke’un pozisyonu: hoşgörü. Yani tavuk ve kazın ekonomi-politik açıdan parlamenter demokrasiye mündemiç kılınırken, mesele basit olarak görünür düzeyde kavranmalıdır. Hakkını yemeyelim Locke’un, o kendi sınıfının ekonomi-politiğinin dilini konuşuyordu.
İnsan haklarının kavranması olarak takdirin ve tekdirin mihenk noktası hoşgörünün neleri açıp neleri gizlediğine bakalım.
Sulukule’de ne oluyor, Çingenelere ve oranın yerleşimcilerine ne oluyor, o küçük örnek emsal teşkil etmiyorsa, o zaman büyük örneğe geçelim, TOKİ Türkiye’yi modern şehirlere ya da yaşam alanlarına mı dönüştürüyor yoksa orta-üst sınıfın rantiye olmasını sağlayacak kötü apartman yığınlarına mı? Hiç mi şehircilik deneyimi yok TOKİ’nin kendine çekidüzen vereceği?
Belki bu biraz farklı bir örnekti, doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve o kurumun başı olan Bakan’ın ve Başbakan’ının “Sarı Gelin: Ermeni Sorununun İçyüzü” belgeseli ile ilgili açıklamalarına geçelim. Muhafazakar liberalizm/ demokrasi bu temel derdimize resmi söylemden ne kadar uzaklaşarak cevap arıyor?
Ben vereyim cevabı. Taha Akyol’un yararcı yenilikçiliği kadar. Çünkü Akyol tam anlamıyla muhafazkar liberalizmin/ demokrasinin Türkiye’deki doruklarından biridir, yani kimseye daha militan Hasan Celal Güzel’e bakması tavsiye edilmez. Neden? Akyol, liberalizmin daha iç açıcı pozisyonuna konumlanmaktadır da o yüzden. O zaman Akyol’un yolundan gidelim.
CNN-Türk’de Taha Akyol’un hazırlığı “Eğrisi Doğrusu” adlı bir program var. Daha geçen haftalarda “Ortak Acı 1915: Türkler ve Ermeniler” temalı bir program yayınladı. Acaba bu programın resmi söylemin kaba dilinden tercüme edilmiş bir yumuşaklık dışında, Milli Eğitim’in “Sarı Gelin: Ermeni Sorununun İçyüzü”nün ne farkı var?
Programda zahmet etmeyin şunlar sırasıyla zikredildi, aynıları daha kaba şekilde “Sarı Gelin: Ermeni Sorununun İçyüzü”nde de var: “Fransa’dan modern milliyetçilik fikirleri geldi”, “Osmanlı’da cemaat huzurluydu”, “Ermeniler bakanlıklara getirildiler”, “Islahat Fermanı yıkımlar getirdi”, “İngilizlerin bizi yalnız bıraktı”, “Plevne’de müthiş bir direniş oldu, Osman Paşa’nın gözleri yaşla doldu”, “ Dönemin Ermeni Patriği Ruslardan himaye talebinde bulundu”, “Himaye talebinde bulunurken biz Osmanlı’dan memnunuz dedi ama yapacağını yaptı”, “Ayastefanos ve Berlin Antlaşması azınlıkları azdırdı, özellikle Ermenileri”, “500.000 kişi Osmanlı’nın kaybettiği topraklarda öldürüldü, 1.000.000 tehcir edildi”, “Kürt aşiretleri Hamidiye Alayları’nda örgütlendi”, “Yabancı devletler ve Ermeniler sultan Abdülhamit’e kızıl Sultan lakabını taktı”, “Misyonerler ve Büyükelçiler dedikodulara dayanarak ülkelerini bilgilendirdiler”, “İngilizler Osmanlı’nın parlamento kurma çabalarına sırtlarını döndü”, “Ermenilerin isyanları ve isyancıları, komitacılar aldı başını gitti”, “Devlet yine de 9.000 Ermeni’yi resmi dairelerde çalıştırıyordu”, “Ermeni tehcirinde ölenlerin çoğu hastalıktan kırıldı”, vesaire vesaire…
Tamam diyelim ki Sulukule (ki bu mesele tüm Türkiye’de kentsel dönüşüm altında yaygındır) ve TOKİ meselesi, Milli Eğitim’in ve Akyol’un programları münferit vakalardır.
Bunlar tenkit meselesi olamaz. Önemli olan Ermenistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişiyor, Cumurbaşkanı’nın “Kürdistan” diyor, olmasıdır. Bu gibi gelişmeler takdir edilmelidir. Güzel, takdir ediyorum ve bardağın dolu tarafına bakıyorum.
Ama aklıma gelen soruları da sormak istiyorum: İstanbul’da kaçak olarak çalışan 20- 40 bin civarında Ermenistan vatandaşı bulunmaktadır. Devlet, ucuz işgücü olarak Türkiye sermayesinin hizmetinde olan bu insanlara dair, insan hakları düzeyinde göçmen işçiler bağlamında herhangi bir politikası var mıdır ya da gizli ajandası var da biz mi bilmiyoruz?
Ermenistan’la ilişkilerimizi geliştirmenin Sudan’la ilişkilerimizi geliştirmekten politik olarak (ahlaken demiyorum, çünkü orası tam anlamıyla rezalet) daha riskli ne yanı vardır? Yani komşularımızla normal olarak geliştirmemiz gereken ilişkilerde barışa ve birlikte olmaya yönelik hangi irade beyanımız var. Cumhurbaşkanı herkesin ayan beyan bildiği şeyleri bile zikzak içinde yineliyor.
Aynı şekilde başbakanın ilk Diyarbakır konuşmasını da anımsayabiliriz, zaten seçim öncesi yaptıklarını unutalım daha iyi. Bu mu takdir edeceğimiz iradenin tutarlılığı?
Beş koyup hiçbirşey aldık
İtiraf edelim, ortaya çıkan gelişmeler, Oran ya da liberalleşmiş yazarlar, düşünürler v.s. tarafından tavuk ve kaz ilişkisine dönüştürülerek algılatılmaya çalışıyor.
Özal öyle derdi: “bir koyup beş alacağız”. Nihayetinde “beş koyup hiçbir şey aldık”!
Aynı durumlarla bir kere daha karşı karşıyayız. Kültürel şizofrenisini yararcı yenilikçilik olarak sunan bir perspektifin saçma ideolojik düzeyi, kitlelere en aşağıdan en yukarıya ya da en yukarıdan en aşağıya farklı şekillerde, ama özellikle liberalizmin politik boyutuna dikkat çekilerek anlatılıyor. Sonuç tavuklar veriliyor ama kaz gelmiyor, gelenler ise Ermenistan’ın yoksul halkına ya da evlerinden kopmuş kaçak işçilerine, Kürt illerinde ve dağlarında yoksulluğu Uganda’dan daha yoğun yaşayan insanlarına, Sulukule’de ve diğer kentsel dönüşümün yıkım alanlarındaki Türkiyelilere gitmiyor.
İnsan hakları ve ekonomik konum olarak kazın nereye gittiği aslında o kadar gizli de değil. Bakınız marttan nisana kadar her gazetede boy boy çıkan şirket bilançolarına.
Takdir ediyorum muhafazakar liberalizmin/ demokrasinin son seçim zaferini. Hadi kitleleri boş verin, ama tarih farklı bir şekilde yazılacak olursa aydınlarımıza bulaşan denge siyasetinin kısa vadeli düşünümleri de mutlaka değerlendirilecektir.
Takdir ediyorum, denge siyasetini muhafazakar liberalizm/ demokrasi damarlarımıza başarıyla şırıngalamış ve mayalamıştır. Bardağın dolu tarafını net olarak görüyorum! (KT/EZÖ)
* Kerem Taştanoyuk, [email protected], Siyaset Bilimi Bölümü’nde Doktorant, Trinity College