Amerika Birleşik Devletleri’nde anayasaya aykırı davranmaktan çekinmeyen Trump ve ekibi zaaflarını örtmek üzere kendi vatandaşlarına sert davranmaktan da geri durmuyor. Kimliklerini ve yüzlerini saklayan “haydut” tavırlı ICE görevlileri öngörülenin aksine yalnız sabıkalı göçmenlere değil, ten rengi koyu olan sıradan insanlara, protestocu beyaz ABD’li vatandaşlara resmen saldırıyor. İktidarsızlığını örtmek için “isyan” yasalarını her an yürürlüğe koyabileceğini sık sık bir tehdit olarak ifade eden Trump ve boyunduruğu altına aldıkları, bütün terslikler için Demokratlar’ı ipe sapa gelmez argümanlarla suçlamaya devam ediyor. (Ara seçimlerde New York Belediye Başkanı Müslüman Mamdani ve diğer Demokratlar’ın zaferi ağır bir psikolojik darbe oldu galiba!)
Hükümetin haftalardır kapalı kalmasının faturası da iktidarı elinde tutanlar tarafından ezelî rakiplerine kesilmeye çalışılırken ABD halkının kalabalık bir kesimi sağlık hizmetlerinden, hatta besin desteklerinden mahrum kalmak üzere. Meclislerde mutlak iktidar olan Cumhuriyetçiler’in ABD hükümetini paralize etmesinin altında pedofil Epstein dosyasının bulunduğu malum. Temsilciler Meclisi’ne haftalar önce seçilmiş Demokrat partiden Adelita Grijalva’nın yemin töreninin geciktirilmesi dosyanın açılması için elzem olan tek oyun da şimdilik kullanılamaması manasını taşıyor.
Köşeye sıkışmış Trump ve kişiliksiz şürekâsı mütemadiyen suni gündemler üretiyor, meydan okuyor, tehditler savuruyor, korku saçıyor. “Önce Amerika” sloganı seçim propagandasında ön plana çıkmış olmasına rağmen İsrail’le Arjantin’e ve ismi lazım değil liderlerine Trump’ın maddi ve manevi desteği dudak uçuklatıyor.
“Yalandan kim ölmüş” mottosunu ziyadesiyle benimsemiş gibi görünen mevzubahis ekip tüm ABD vatandaşlarını Protestan Evanjelist inanç çatısı altında buluşturmaya çabalarken dinen günah sayılması gereken icraatlarını katlayarak artırıyor.

Evlere şenlik ekip
Adalet Bakanı Pam Bondi Yargı Komitesinde kendisine yönelik suçlamalara cevap vermesi gerekirken suçlamaları yönelten yetkililerin kirli çamaşırlarını o anda ortalığa saçma taktiğine başvuruyor.
Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson’ın yanakları, popüler podcast şahsiyetleri Jennifer Welch ve Angie Sullivan’ın deyimiyle mütemadiyen yalan söylemekten kızarıp duruyor.
Beyaz Saray sözcülüğüne atanmış tarihin en genç insanı olmasına rağmen hazırcevap Karoline Leavitt’in yalan hususundaki icraatı tabii ki herkesi aşıyor; bilhassa düşman kesildiği bazı basın mensuplarına yönelik gittikçe agresifleşen cevapları yakında işin çığırından çıkacağına işaret ediyor.
Ya Trump’a yalakalığıyla tanınanlardan, gayet tecrübesiz Kash Patel’in Federal Soruşturma Bürosu (FBI) yönetici koltuğunu işgal etmesi yetmezmiş gibi, geçenlerde sevgilisine fiyaka yapmak üzere FBI jet uçağını emellerine alet etmesine ne demeli?
Fazlasıyla estetikli İç Güvenlik Bakanı küstah Kristi Noem ise biyonik barbi kılığına bürünerek propaganda videolarında rol alıyor; deyim yerindeyse Lara Croft’luk taslarken sokaktan toplama ICE kabadayılarının savunuculuğunu kendinden gayet emin tavırlarla üstleniyor.
Savunma Bakanlığı’nın adı gerekli onay alınmadan Savaş Bakanlığı’na dönüştürülürken başındaki “sert erkek” Hegseth yüksek rütbeli askerleri yeterince formda bulmadığını ilan edebiliyor; ordunun ABD’deki iç mihraklara karşı teyakkuzda olması gerektiğini haykırıyor.
Özgüven eksikliği yaşayan, yapay zekâyla kendi videolarını üretmekten sakınmayan narsist ve kırılgan başkan Trump da, ICE tarafından yapılanları az bile bulduğunu resmen ilan ediyor ve adeta hodri meydan diyor.
Aslında çoktan beri sağlığı bozulmuş Trump’ın koltuğuna yerleşmeye iki defa isim değiştirmiş sevimsiz Başkan yardımcısı J.D.Vance hevesli olsa da iktidarın en fanatik, ırkçı ve agresif politikalarının arkasındaki esas gücün Nazi tavırlı danışman Steven Miller olduğu biliniyor.
Ticarethane olarak cezaevi

Hukuk dışı kaba kuvvetin “Vahşi Batı” döneminden beri hiç bu kadar bariz şekilde tatbik edilmediği günümüzde Alabama cezaevlerinin zalimliği aslında Trump gibi düşünenlerin ekmeğine yağ süren cinsten. ICE’in yakaladığı, hatta iz bırakmadan kaçırdığı insanları ülke çapında korkunç şartlarda hapsettiği de malum.
Suç işlemeye niyetli olanları caydırma kapasitesine fazlasıyla sahip muhafazakâr eyalet Alabama’daki 14 büyük cezaevinde gardiyanların eliyle gerçekleşen mahkûm ölümlerinin bile cezasız kaldığını öğreniyoruz.
Alabama Usülü Çözüm (The Alabama solution) adlı belgesel ABD’nin karanlık olduğu zaten bilinen cezaevi dünyasına bir kez daha derinlemesine nüfuz etmemizi sağlıyor. Yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde isimlerini gördüğümüz Charlotte Kaufman ve Andrew Jarecki ikilisi içine sızılması kolay olmayan Alabama adalet sisteminin röntgenini bilhassa mahkûmların cep telefonları sayesinde layıkıyla çekiyor. 2025 ABD yapımı 117 dakikalık çarpıcı belgesel dünya prömiyerini Sundance’te gerçekleştirmiş, DC/DOX Film Festivalinde yer aldıktan sonra Avrupa’ya Sheffield DocFest aracılığıyla uğramış ve geçen ay HBO’da gösterime girmişti.
Klasik televizyon klişelerinden azade olmasa da sürükleyici belgesel, haklarını aramaya koyulmuş mahkûmların nasıl acımasızca cezalandırıldığını, neredeyse bedavaya çalıştırılan mahkûmların eyalet ekonomisine vazgeçilemez ölçüdeki katkılarını teferruatlı biçimde aktarıyor.
Kapasitelerinin % 200 oranındaki doluluğu ve personel sayısının olması gerekenin üçte birini geçmemesi cezaevlerindeki vaziyeti iyice katlanılmaz hale getiriyor; kölelik döneminden zaten sabıkalı eyaletin federal müdahale yerine meseleyi “Alabama usülü” çerçevesinde çözmeye yönelik inadı hayat söndürmeye devam ediyor.
Plastik bir bıçakla çam yarması gardiyanlara saldırdığı bilinen mahkûm Steven Davis gardiyanlar tarafından hunharca katlediliyor. Nefsi müdafaa yasasına zaten güvenen katil gardiyan Roderick Gadson suçunu inkâr ettiği gibi terfi bile ettiriliyor; hadiseye şahit olan Steven’ın hücre arkadaşı da serbest kalmasına kısa bir süre kala cezaevinde ölü bulunuyor. Sağlık problemlerine rağmen, Steven’ın annesi Sandy Ray’in yıllara yayılan takdire şayan adalet mücadelesi seyirciyi muhakkak ki tesir altında bırakıyor.
Cumhuriyetçi’nin önde gideni, eyalet valisi Kay Ivey Covid-19 ve eğitim bütçesinden koparılan dolarların yeni cezaevlerinin inşası için kullanılmasını yüzsüzce savunabiliyor. Şartlarının düzeltilmesini talep etmek üzere Alabama çapında mahkûmlar tarafından başlatılan direniş cezaevlerine yemek sevkiyatı durdurularak birkaç gün içinde sekteye uğratılıyor.
Gene gardiyanlar tarafından yürütülen uyuşturucu ve uyarıcı sirkülasyonuyla, hijyenik olmaktan fazlasıyla uzak ortamlarıyla, çürümüşlüğü ve sonu gelmez şiddetiyle, tecavüzleri ve intiharlarıyla, Alabama hapishaneleri medeniyetten kesinlikle uzak bir görüntü arz ediyor. Adlarındaki ıslah fonksiyonunu yerine getirememeleri bir yana, tüm ABD coğrafyasındaki vaziyetin bundan fazla farklı olmadığı da malum!

Afganistan batağı
Trump’ın bile ilk başkanlık döneminde dahil olduğu ABD’nin bitmez tükenmez Afganistan çıkarması da ülkenin siciline gayet karanlık bir sayfa olarak ekleniyor. Yalanların koruması (The bodyguard of lies) adlı belgesel meseleye geniş bir spektrumdan bakıyor ve ABD’nin yakın mazideki “pisliklerini” layıkıyla teşhir ediyor. Dünya prömiyerini Tribeca’dan yaptıktan sonra DC/DOX’ta yer alan ve Eylül ayından itibaren internet üzerinden izlenebilen 2025 ABD yapımı 90 dakikalık belgesel geleneksel televizyon şablonuna sahip. Yönetmen Dan Krauss bizi 20 sene sürmüş felakete dahil ediyor; Vietnam ve Irak’ta saplanılan batağa rağmen böylesine imkânsız bir misyonu ABD’nin bir kez daha üstlenmesinin saçmalığını gözümüze sokuyor. Benzerlerinin tekrar yaşanmayacağının garantisini veren de yok hani! (Trump, petrolüne göz koyduğu Venezuela’ya yakında saldırır mı? Veyahut, kendisi pek dindar olmasa da Hristiyanları “kurtarmak” için Nijerya’ya çıkarma yapar mı?)
Oğul Bush’tan itibaren Obama dahil tüm ABD başkanlarının ve yüksek rütbeli ordu mensuplarının kameralar karşısında yıllar boyunca laf çevirerek savunmak zorunda kaldığı fiyasko aynı zamanda dibi görünmeyen bir para çukuruna dönüşmüş; Afganistan coğrafyası Taliban güçlerinin de dahil olduğu bir çürümüşlük ağına evrilmişti. Bir zamanların Savunma Bakanı, hiç özlemediğimiz müteveffa Donald Rumsfeld’in dediği gibi “Bazen hakikat öyle değerlidir ki yalanların koruması şart olur”.
Afganistan’da tam olarak ne yaptığını bilmeyen ABD’li genç askerlerin hazin ölümleri bir yana, ABD ve diğer NATO ülkeleri ordularının beceriksizlikleri, acılı coğrafyada sebep oldukları sayısız sivil ölümler, demokrasi götürme projesinin sığlığı ve belgeseldeki daha birçok teferruat en azından silah sektörünün ekmeğine bolca yağ sürüldüğünü ispatlıyor.
Küresel ısınma mı?
Yalan furyasının ve laf çevirmenin Trump’a ve üçüncü sınıf oyunculuk sergileyen ekibine has olmayan, lakin günümüzde zirveye ulaşmış bir taktik olduğu kesin. Nitekim bizi zamanında karbon salınımı belasından uzak tutamamış George H.W.Bush’u ve hükümet temsilcilerini izleyince bunun sıradan bir Beyaz Saray taktiği olduğuna bir kez daha ikna olacaksınız.
Çevre duyarlılığını seçim propagandasında bol bol kullanan baba Bush zamanla fosil yakıt lobisinin tesiri altında kalmış ve bilhassa petrol şirketlerinin baskısına yenik düşmüştü. Dünya çapında ilk çevre zirvelerinin yapıldığı o dönemde her ne kadar William K.Reilly gibi idealist bir uzmanı Çevre Koruma Ajansı’nın başına getirmiş olsa da baba Bush Beyaz Saray Genel Sekreteri John H.Sununu’nun telkinlerine boyun eğmiş ve ABD küresel ısınma işaretlerine “şüpheyle” bakmaya başlamıştı. Derin propagandayla halk aldatılmış, koyun sürüsü misali güdülen güruhlar bir kez daha iktidarın inanmaya zorladığı senaryolara kanmaya sevkedilmişti.
Şaklaban tavırlı Trump’ın aynı manipülatif çizgide ısrar etmesinde şaşılacak bir taraf yok yani!
Dünya prömiyerini Telluride’de gerçekleştirmiş olan Beyaz Saray etkisi( The White House effect) adlı belgesel dünya festivallerinde boy gösterdikten sonra Ekim ayından itibaren internet aracılığıyla gösterilmeye başladı. Yönetmen hanesinde Benni Cohen, Pedro Kos ve Jon Shenk adlarını gördüğümüz 2024 ABD yapımı 94 dakikalık belgesel arşiv görüntüleriyle bizi yakın maziye taşıyor ve geleneksel televizyon belgeselleri klasmanında yer alsa da ABD’nin muhteşem günah çıkarma pratiğine bir çentik daha atmamıza imkân tanıyor.
Son casus

Şayet yukarıdakilerden daha da geleneksel ama daha eğlenceli bir belgesel izlemek isterseniz eski CIA ajanı Peter Sichel hakkındaki Son casus (The last spy) filmini tavsiye ederim. İkinci Cihan Harbinden itibaren ABD adına çalışmaya başlayan poliglot Peter Avrupa kültürünün son asil temsilcilerinden biri olarak gönlünüzü fethedebilir!
Berlin ve Hong Kong gibi zamanın stratejik noktalarında görev almış olan usta ajan, CIA’nın zamanla “sapıtmasına” dayanamayacak ve ahlaki olarak tasvip etmediklerini cesurca ifade ettikten sonra istifa edecektir. Belgesel çekilirken 100 yaşında olmasına rağmen “zehir” gibi beyniyle duruma hâlâ hâkim olduğunu ıspatlayan Peter ABD’nin Komünizm saplantısından, dünyaya hükmetme ülküsüne kadar geniş spektrumlu bir megalomani manzarası çiziyor ve adına çalıştığı kurumun çok teferruatlı bir profilini ortaya çıkarıyor.
Soğuk Savaş döneminin ilk kahramanlarından biriyle karşı karşıya kalmak herkese kolay kolay nasip olmaz! İran’dan Guatemala’ya, Endonezya’dan Arnavutluk’a, İtalya’dan Çin’e, ABD’nin bulaştığı ne varsa, tek tek resmigeçitte!
Yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde kadın sinemacı Katharina Otto-Bernstein adını gördüğümüz 2025 ABD yapımı 106 dakikalık ibretlik belgesel şurup gibi akıyor. Dünya prömiyeri Münih Uluslararası Film Festivalinde gerçekleştikten sonra muhtelif etkinliklerde yer alan sürükleyici filme Peter’ın kız evlatları ve ikinci eşi de muhakkak ki renk katıyor.
Belgeselde aktarılanlar CIA’nın kirli çamaşırlarını ortalığa saçıyor demek mübalağa sayılmaz. Hatta Peter seyirciyle paylaştığı bazı sırlar yüzünden asılma riskiyle karşı karşıya kalabileceğini bile ifade ediyor. Tabii ki tüm belgeselin zeki bir insan tarafından, dozunda bir ironi ve mizahla oya gibi süslendiğini hatırlamakta fayda var. Oysa ne yazık ki ABD siyasal tarihi gittikçe ciddileşen, kabalaşan ve kötüleşen şahsiyetlerle dolup taşıyor…
(RL/HA)







