"Ez nexewşim gewra minê,
îro were ser min"
Seksenli yılların başıydı. Mülki idare amirliğinden "tardedilmiş" ve Muş'a İl Planlama Müdürü olarak sürgün edilmiştim. Valinin özel kaleminde vali ile görüşmek üzere içerdekinin çıkmasını bekliyordum.
Bir kadın, yerel giysili, yoksulluğu her halinden belli, döne döne bir şeyler anlatıyordu valinin sekreterine Kürtçe. Sekreter de cevap yetiştiriyordu. Sonra kadın çıktı. Kadının konuşmasının aralarında birkaç kez bir sözü dikkatimi çekmişti. "Mudurê Bereqe" deyip duruyordu. Neydi bu, neyin müdürüydü? Hiç duymadığım bir kavramdı, sordum. Sekreter yanıtladı, "Bizim buralarda Afet İşleri Müdürüne, 'Mudurê Bereqe' der Kürtler" dedi.
Doğrusu Van Depremi'ni ve ilk geceden başlayarak çadır ve barınmanın neredeyse diğer problemlerin üstünü örten ve ikinci plana iten sıkıntısını görünce bir zamanlar bu ülkede eksik gedik de olsa Afet İşleri Müdürlüklerinin deprem ve doğal felaketler öncesinde hazırlık açısından bu işlere soyunduklarını anımsadığımı fark ettim. Mesela doksanlarda Saddam'ın Halepçe ve Enfal zulmünden sonra Türkiye'ye sığınan Irak Kürtleri Diyarbakır'da o afet evlerine yerleştirilmiş, yıllar içinde o yerleştikleri konutların adı "Peşmerge Konutları"na dönüşmüştü.
Bunca bütçenin, 1999'dan bu yana 12 senedir toplandığı ifade edilen "deprem vergilerinin" 50 katrilyonu bulduğu söylenir. Yol, su, elektrik, sağlık ve eğitime bizzat bakanın telaffuzu ile harcandığının beyan edilmesi yerine, harcansaydı ya olası bir deprem öncesi hazırlığa...
Bir Baraka Müdürünü bile, ilk gün o felaket içinde felaketzede; barakası, çadırı ile yanıbaşında bulamıyorsa, sonrasında ne yapılırsa yapılsın artakalan tatminkâr olmaktan çıkar / çıkıyor da!
Allahtan ki! Bütün sakat politikalara rağmen halklar birbirine düşmanlık etmiyor.
Silivri'den yolladığı kolinin içindeki nevresim takımında yayınlatmak istediği kitabı için biriktirdiği beş bin lirayı unutan ve üç gün sonra Van'dan bir felaketzede tarafından kendisine geri yollanan Silivrili şahsın konuşmasını dinledim görsel medyada. Diyordu ki; "Kayınpederim telefon açtı. Bu Vanlı aileyi 'kardeş aile'miz olarak kabul edelim. Gelsinler yazlığımıza yerleşsinler. Bahçeyi ekip biçsinler. Ahırda isterlerse hayvan yetiştirsinler. İstedikleri kadar kalsınlar."
Sonra Van'a bir koli kıyafet gönderip de, yolladığı kabanın cebine telefonunu yazan ve "Yalova depreminde ben de aynı sıkıntıları yaşadım, kardeşim. Umarım bu kaban sayesinde bir nebze de olsa ısınırsın. Başka bir ihtiyacın olursa yaz" diyen mesajı okudum. Sonra da Vanlı felaketzedenin yanıtını: "Bir gün sen de düşersen, söz ben de seni kaldıracağım."
Doğrusu, adına 'sosyal medya' denen iletişim kanallarında ve kimi internet sitelerinde "oh olsun" kabilli içsevindiriklere rağmen bu ülkenin harcında inadına dayanışmada ısrar var. Bu damardan tutunarak inadına ve ısrarla hâlâ barış mümkün. İstendiği kadar "güvenlik eksenli" miadı dolmuş politikalarda ısrar etsinler. Şairin dediği gibi ümidi kesme yurdundan, ümidi kesme halkından. Onurlu bir barış hâlâ mümkün.
Van depreminin toplum temelli dayanışması; "Wan Minute Ankara, orda kimse var mı?" dedi... (ŞD/YY)